Genel mânâda, Müslüman, Cezayirli, sömürge, geri
kalmış halk… adı ne olursa olsun, değerlendirmeye tabi tutulan dinamikler,
batının ölçülerine vuruluyorlar. Öznelik, politik faaliyet, ideolojik hâkimiyet,
bu ölçülerle anlam kazanıyor ve o anlamdan yola çıkarak bağlar kurulmaya
çalışılıyor. Coğrafyaya dair solcuların değerlendirmeleri, Cangızbay’ın ufkunu
aşmıyor. Kaypakkaya’nın çizdiği hat, bu gerçeklikte silikleşiyor ve din
eleştirisi ile tarihin çöplüğüne gönderiliyor. Herkes, bilerek özne olduğu vehmiyle, bilginin kaynağını, bağlamını
sorgulamaksızın, bilginin maddî tarihi ve oradaki güçle konuşuyor. Batı
dillerinde “özne” sözcüğünün bir diğer anlamı da “tebaa”.
Süreç içerisinde, Fransız Devrimi’nin yüksek
siyasetine odaklananlar, devletle rabıtalı Perinçek çizgisiyle hesaplaşmayı
anlamsızlaştırıyorlar ve tersten, o çizgiye paralel bir konum alıyorlar.
Ezilenlerin bağımsız devrimci siyaseti, Perinçek zemininde hükümsüzleşiyor.
Kopuş ve hesaplaşma, o hükümle alakalı. Hesaplaşma bağlamında, Çin menşeli
teori ve ideoloji de dönüşüyor, kök buluyor. Dönemin ve coğrafyanın gerilimleri
ile yüksek siyaset düzleminde esen rüzgârlar arasında bir ayrım söz konusu.
Yani Çin-Sovyetler-ABD’nin durduğu düzlemden ayrı, kök arayan bir siyaset filiz
veriyor. Yüksek siyasetten gerekli icazeti ve belgeyi almak isteyenler, o
siyaseti görmüyorlar ve hemen egemenlerin ödünç verdiği araç ve imkânlara
sarılıyorlar.
Bu bağlamda, Osman Oğuz’un yazısı[2], hazır
popüler olmuş, Batı'nın sırt sıvazlamasına sebep olan o din karşıtlığı
eleştirisi ile başlıyor. Pratikte Kaypakkaya, “kaypak olmak” ve “kaya olmak”
olarak ikiye bölünüyor. Geride bıraktığı miras, eğile büküle, batının liberal,
hümanist, burjuva solculuğuna yedekleniyor. Böylelikle demir leblebiyi eritecek
gerekli kimyasal bulunmuş görünüyor.
Artık politik bir isim olmayan, ressamlık yapan
birine yönelik atıfla başlayan Oğuz, Oruçoğlu’nun genç arkadaşını geride
bırakmanın övüngenliğiyle yoğrulmuş sözlerini aktarıyor. Oruçoğlu,
Kaypakkaya’nın dilindeki ezileni, sömürüleni söküp atıyor, yerine ne idüğü
belirsiz bir “büyük insanlık” kavramını monte ediyor. Bu da doğalında ona
Kaypakkaya’yı din gibi “gerici ve feodal” çöplüğüne atma fırsatı sunuyor. Oğuz
ve Oruçoğlu, kendisini komünist veya devrimci değil, “insan” ve “kendi” olarak
tanımlama fırsatından gayet memnun görünüyor. Bu memnuniyetin neyle ve kimle
ilgili olduğunu sorgulamak gerekiyor.
Devamında yazı, “mitleştirme”yi eleştiriyor, ama
“kemalizm ve Kürt sorunu” üzerinden, Kaypakkaya’yı “yücelten” dile tekrar
başvuruyor, dolayısıyla aslında bu iki zirveyi kendince düzlüyor. Mit hâline
gelen “kemalizm eleştirisi ve “Kürt sorunu tespitleri”, bugünde
talileştiriliyor.
Sonra yazar, Türk solunun küçük burjuvalığına
vuruyor. Buradan milliyetçilik eleştirisi yapıyor. Rasim Ozan Kütahyalı ve Taraf gazetesine benzer cümleler
kuruyor. Kaypakkaya’nın emekçi çocuğu olması üzerinden eleştirilerini haklı
çıkartmaya çalışıyor ki o da aslında tali ve önemsiz bir vasıf.
Burada hemen liberal “ölü seviciliği” eleştirisi
gündeme geliyor. Kaypakkaya’nın “okuyan, anlayan, yaşamı savunan” biri olduğu
üzerinde duruluyor. Yazar, İbo üzerinden kendisini yüceltmeye, övmeye
çalışıyor. Bu da baştaki mit ve din eleştirilerinin neden gündeme geldiğini
izah ediyor. Buna karşı, hemen küçük burjuva siyaset tarzına, yani her şeyi
kendisinden başlatmaya, herkesi kendisine mecbur etmeye odaklanıyor.[3] Oysa
Kaypakkaya, kitlelerle parti (veya kendisi) arasında bir gerilim meydana
geldiğinde, kitlelerden yana saf tutacağını söylüyor ve esas olarak Perinçek
çizgisini her şeyi kendisinden başlattığı, herkesi kendisine mecbur etmeye
çalıştığı için eleştiriyor.
Oğuz’un batılı hikâyesinin “hâlâ örgütlendiğini”
söylüyor. Bu hikâyenin neden anlatıldığı açık: yazının, son dönemde Kaypakkaya
geleneğine sahip çıkan bir örgütteki iç karışıklıkla ve dıştan eleştirilerle
birlikte okunması gerekiyor. Oğuz, o ekibi “Kaypakkaya’yı dinsel bir kimlik
kılmak”la, “hafızayı mistikleştirmek”le eleştiriyor.
Esasen din ve mit eleştirisi, ulusal kurtuluşçuluk
eleştirisi ile birlikte ilerliyor. Bu açıdan yazarın Kaypakkaya’nın “Kürt
köylerinde Kürt milliyetçiliğinin en küçük bir belirtisine bile rastlamanın
olanaksız olmasını” eleştirmesinden bahsetmesinin bir anlamı bulunmuyor. Bugün
o milliyetçilik, en fazla Oğuz’un çizgisi üzerinden saldırıya uğruyor.
Genel bağlam dâhilinde, sınıfsal bir ayrım
yapmaksızın, egemenlerin saldırdığı yerlere hücum etmek, mânâsız. Bu açıdan
Oğuz’un yazısını genel saldırı bağlamında okumak gerekiyor. Çünkü o açıktan,
“aziz Kaypakkaya ikonası”nı kırmak, “Kaypakkaya dini”ni tasfiye etmek
istediğini söylüyor. Ferhat Tunç gibi isimlerin cumhuriyet kazanımını
sahiplenmek gerektiğini vurguladığı bir dönemde[4], Dersim’e Avrupa’dan, Le Pen
gibi bakanların sesi galebe çalıyor.
Kaypakkaya’yı Perinçek’le
kıyaslanacağı, ölçülebileceği, yarıştırılabileceği bir yerde konumlandırmamak
gerekiyor. O, devletin, burjuvazinin ilerleme siyasetinden gayrı, ondan azade
olan bir hattı arıyor ve onu pratiğiyle örüyor. Postmodern Perinçek’lerin hüküm
sürdüğü koşullarda, o yolun üzerine çökmüş toz bulutunu dağıtmak gerekiyor.
Eren Balkır
17 Mayıs 2017
Dipnotlar
[1] Abla Klaa, “Le Pen Says ‘Colonisation Gave a lot
to Algeria”, 26 Nisan 2017, MEE.
[2] Osman Oğuz, “İbrahim Kaypakkaya: Hatıra Değil
Hafıza”, 18 Mayıs 2017, Arşiv.
[3] Osman Oğuz, “Kaypakkaya: Neden Yaşıyor, Nasıl
Savaşıyor?”, 17 Mayıs 2013, Arşiv.
[4] Ferhat Tunç Söyleşisi, 17 Şubat 2017, Rudaw.
0 Yorum:
Yorum Gönder