29 Şubat 2016
28 Şubat 2016
Tesettür: Pasif Terörizm
GKAH
Devletin İdeolojik Aygıtı Olarak
Gericiliğe Karşı Aydınlanma Hareketi (GKAH)
Althusser’in belirlediği devletin ideolojik
aygıtlarına “parti”yi eklemek mümkün mü?
Mesele, gittiğimiz okulu bütün olarak devlet görmek
değil, devletin mevcut iç mekanizmaları ile kendisini oradaki kolektif pratikte
nasıl örgütlediğini anlamak. Tek tek bireyleri örgütleyeyim derken,
birey-devlet ikiliğine abanmak sakıncalı. Bu yaklaşım da devletin kendisini
yeniden üretme sürecine ait. Kilisenin devlet olduğunu söylediğimizde,
devrimciler için ve içinde çalışan kiliseleri anlamlandırmak zorlaşır.
Ama elbette bir “alt-devlet”ten söz etmek mümkündür.
Kitlelerin mücadeleleri ile oluşmuş bir yapı, devlet eliyle bir yerde
dondurulur. Ekim Devrimi bir devleti koşullamışsa, belirli ölçüde Mustafa Suphi
TKP’sini de içerecek biçimde tüm TKP’nin bir alt-devlet olarak cisimleştiğini
görmek gerekir. O alt-devlet, Enverci devlete rakip, Kemalci devlete düşman
olduğu için tasfiye edilmiştir. “Yeni devlet kuruluyor, bir yerinde bulunalım”
denilmiş, ezelden varolan devletin zaten dönen değirmen taşları arasında öğütülmek
kaçınılmaz olmuştur.
Dolayısıyla Kadro’dan bugün “AKP
cumhuriyeti”nin belirli yerlerindeki uzantılarına kadar TKP geleneği bir
alt-devlettir. Yetmişlerin başındaki atılım, DİSK’in ve işçi sınıfının
örgütlenmesi, bu örgütün CHP hizasına çekilmesi, 12 Eylül darbesinden aylar
önce haberdar olunmasına karşın, gelen darbenin “Kemalist” olacağının
düşünülmesi, darbe kapıyı çaldığında alkışlanması, gayet tutarlıdır. DİSK,
CHP’nin kucağına, TKP denilen alt-devletle CHP arasındaki ayrımın silikleşmesi
ya da silik olması sebebiyle itilmiştir.
* * *
Bir alt-devlet olarak toplam devlet kurgusundaki
çatlaklardan, gerilimlerden istifade etmek, mümkün ve meşrudur. Burada
aslolarak “Batı veya yerli burjuvazi”nin yönelimlerine ağırlık vermek üzerinden
bir eleştiriyi dillendirmek bile anlamsızdır. Zaten bu alt-devlet, burjuvazinin
toplam gerçekliğine içseldir.
Bu açıdan KP öncülüğünde tesis edilen “Gericiliğe
Karşı Aydınlanma Hareketi”[1] devlet eliyle tesis edilmiş bir sivil toplum
kuruluşudur. Özellikle Gezi ile beliren çatlaklara karşı toplam devlet, TKP
şahsında refleks geliştirmiştir. Bu, TKP’nin üçe bölünmesi şeklinde tecelli
etmiştir. Yani bugün karşımızda duran Türkiye Komünist Hareketi, Halkın TKP’si
ve Komünist Parti, bir ve aynı yapıdır.
Olan şudur: merkezdeki klik, sarsıntı karşısında
bekasına dair gerekli refleksi sergilemiş, bileşenlerine ayrılmış, satha
yayılma yollarının peşine düşmüştür. Gezi’de belirginleşen devlet-birey
gerilimi olduğundan ve TKP’nin giderek devletlû niteliği ayyuka çıktığından,
dolayısıyla ortalığa saçılan bireyleri toplamanın verili yapıyla mümkün
olmamasından ötürü, böylesi bir yola başvurulmuştur. Alt-devletleşen parti,
kendi alt örgütlerini doğurmuştur. (Bunu başka yapıların da denediğini
belirtmek gerekir.)
GKAH, bu sürecin bir tezahürüdür. Onun üzerindeki
yaldız kazındığında altındaki Kürd düşmanlığı görülecektir. Zira alt-devlet
olarak TKP, Kürd hareketini bir rakip olarak görmektedir. Tüm alerjisi, buna
dairdir. Öcalan, devletin “beyaz Türk” niteliğine vurgu yapmakta, kendisinin
“devleti Kürdleştirmeye, Kürdleri devletleştirmeye çalıştığını” söylemektedir.
Devletse TKP üzerinden, bir “beyaz Türk” refleksi geliştirmektedir. Rakip görmek
suretiyle Kürd’ün yaptıklarından uzak durma, onun yaktığı ateşten kaçma imkânı
bulunmaktadır. Rekabetin anlamı budur.
* * *
GKAH bahsinde dile getirilen “gericilik”ten kasıt,
Kürd’ün Osmanlı’daki özerk varlığına dönme niyetine itirazdır. Burada din
meselesi, bir bahaneden ibarettir. TKP’de din düşmanlığı Kürd düşmanlığı ile iç
içe geçmiştir. Çünkü herkes kadar tarih okuyan TKP, Kürd’ün kavgasının dinle
tutuştuğunu, o dinin Kürd’le yandığını bilmektedir. Yaptıklarından uzak
durmanın, yaktığı ateşten kaçmanın nedeni budur.
TKP’nin karşısına geçtiğinde burjuvazinin eteğine
yapışması ve Aydınlanma şampiyonluğuna soyunması, tabii ki kaçınılmazdır.
Enver-Kemal geriliminde, ortaklaşa tasfiye edilen Suphi TKP’si, batıda,
özellikle Balkanlıların elinde, başka bir formda, yeniden diriltilmiştir. Kısa
süre içerisinde bu TKP’nin Rum, Ermeni devrimcilerin fiilî varlığı ve somut
tarihi ile de bağı kesilmiştir. Alt-devlet olmak için bu zorunludur.
* * *
Bugün materyalizmle diyalektiği karşı karşıya getiren
ve diyelim, Spinoza üzerinden materyalizmcilik oynayan kesimlerin bir tür
alt-devletleşme niyeti taşıdıkları görülmelidir.
Zira Spinoza, ite kaka, kanla kurulan İsrail’in kurucu
babasıdır. Bir tür materyalizm, verili iktidar yapısını makulleştirme, devrimci
olanla arasındaki çizgiyi bulanıklaştırma eğilimidir. Diyalektik de zaten bu
çizgiyi çekmekle alakalıdır. İsrail’le Türkiye arasındaki koşutluk, gayet
maddî, gayet diyalektiktir.
* * *
GKAH’taki aydınlanmacılık, burjuva materyalizminin
rahat koltuklarına sığınmaktır. Bir Alman’a tecavüz ettiği iddia edilen göçmeni
linç etmek, otobüste bir beyazın koltuğuna oturan siyahı öldürmek, Kürd’ün
duvarına küfürler yazmak, Alevi’nin kapısına çarpı atmak, bir Sünni’nin
sakalıyla, başörtüsüyle alay etmek vs. hep bu koltuklarla alakalıdır.
Ve elbette “hareket” edilmelidir. Daha doğrusu,
burjuvazinin dalgasına binilmeli, hareket edildiği vehmine kapılmalıdır. O
burjuvaziden bir gün cevaz alındığında “devrim” olacaktır. O cevaz, devrimin
öteki adıdır. Mesele, iktidar koltuğu boşalana dek birilerine layık olduğunu
kanıtlamaktır. Siyaset bunun içindir.
Siyaset, “AKP iktidarında Türkiye bir İslam Devleti
olma yolunda hızla ilerliyor” diye yalan söylemek, dikkatleri başka yöne sevk
etmektir. Oysa bugün AKP, İslam Devleti’ne küfür üzredir. En basitinden AKP,
Kur’an hükmünü inkâr ederek, “ahlaklı faiz kullanımı”ndan söz etmektedir.
İsrail ile anlaşmalar, Müslümanları kıyıma uğratmış Mısır diktatörüyle
görüşmeler ve ABD ile kurulan bağlar, bunun delilidir. “Ramak” kaldığı dediği,
bundan fazlası değildir. Anda laik, ramakta laik ve süreçte laik, aynı potada
erimektedir.
Hepsi de aynı sihirli formülle hareket etmektedir:
“burjuva ve/veya emperyalistler, AKP’yi dini iyi kullandığı için tercih
etmektedirler. Dolayısıyla o din silâhını elinden alırsak AKP çöker.” Esasında
burada devletin iki ideolojik aygıtı arasında basit bir işbölümü/rekabet
ilişkisi söz konusudur. AKP’ye ve genelde devlete karşı kitlesel bir
mücadelenin örülme imkânları, devlete ait iki aygıta bağlanmaktadır. Bu
aygıtlardan biri laik parti, diğeri devlet dinidir. İki yaklaşım da halkın
devrimci dinine kördür. Aslına bakılırsa AKP, TKP kadar laiktir. Birey
ölçüsünden bakıldığında, bu gerçek tabii ki görülemez.
* * *
GKAH, Gezi sonrası etrafa saçılan bireylerin toplanma
yöntemidir. Çağrıcılar bireyler, çağrılanlar gene bireylerdir. Bu sebeple o,
bireyleri aşan yapısal meselelere karşı bireyi aşan kolektif bir eylemliliğin
örgütlenmemesi için devletin bulduğu bir yöntemdir. GKAH, laiklik kavgası
kolektifleşip halklaşarak devletin temellerine hasar vermesin diye vardır.
AKP’nin bugün içinde olduğu devlet kurgusu, kendisini GKAH veya Halkevleri türü girişimler üzerinden korumaktadır. Örgütlenmek ve teori-ideoloji, alakalıdır. Esasında düşmanın büyük olduğuna dair laflar sıralamanın anlamı, “bu yükün altından ancak hep birlikte kalkabiliriz”dir. GKAH ve birçok sol yapı, bağlı bulunduğu muhtelif devlet bileşenleri özelinde tehdit olabilecek böylesi bir yaklaşımdan uzak durmak zorundadır. Onlar, kitlelere değil, ancak bireye seslenebilirler. Esasen tekil bir şahıstaki kolektifi, müşterek derdi ve öfkeyi görmektir mesele.
Bilinçli faaliyet, kanaatimizce geçmişten bugüne,
devletle kurulan ideolojik bağla, ondan kopmamakla, kendisini orada üretmekle
ve devletin ideolojik tahkimatına eklemlenmekle alakalıdır. Tabiatı gereği
devlet, kendisini yıkacak kolektif güce karşı önlem almaya programlanmıştır.
Bunu da o güç imkânlarını ezmekle, zararsız mecralara itmekle, gücü içerik ve
bağlamından koparmakla yapmaktadır.
* * *
ODTÜ’lü bir arkadaş, kendi okulundaki bir solcunun
sırf fantezi ve küfür olsun diye, sevgilisiyle özel zaman geçirmek ve içki
içmek için okuldaki bir mescide gittiğinden bahsetmektedir. Bu solcu için
aidiyet diye bir şey söz konusu değildir. Bireysel hazzını politik
zannetmektedir. GKAH denilen girişim de en fazla bu haz dünyasını devlete
örgütlemek için vardır. Başkaca bir işlevi yoktur. O, ancak bireyin böylesi
zevklerden mahrum kalma ihtimaline dair bireysel-savunmacı bir hat örebilir.
Bireyden başlar, bireyde biter. Toplumsal öfkeyi lime lime eder. Zaten onun
için vardır.
Bugün IŞİD ve AKP üzerinden dine karşı bayrak açma
imkânına nihayet kavuştuğunu düşünenler, şu hususları anlamak
istememektedirler: birincisi, o bayrak devletindir; ikincisi, bayrak açtıkları,
kitleleri bir tutan anlam ve mayadır; üçüncüsü, liberalizm birey dolayımıyla
devleti perçinler; dördüncüsü, devlet hiç sahip olamadığı bir kitle tabanına
kavuşmuş olur.
Komünistler ya da bu topraklara özgü manada
iştirakçiler açısından gericilik, sömürülen-mazlum kitlelerin mevzileri
üzerinden anlaşılmalıdır. Burjuvazinin öncesini “geri”, sonrasını “ileri” diye
kodlayanların anlamadığı, dönüp dolaşıp burjuvaziye kapaklandıkları gerçeğidir.
Burjuvaziye kapaklanan iradenin sınıf mücadelesi veya devrim mücadelesi
vermesi, doğası gereği mümkün değildir. O, sadece burjuva devriminin aşınan
yerlerine atılan cilâ, kırılan payandalarına tuğla olabilir. Bu açıdan GKAH ve
benzerleri, ilerici değil, gericidirler; onlar, devrim yürüyüşünde geri olanın
temsilidirler ve mevzileri geriletmektedirler.
Eren Balkır
28 Şubat 2016
Dipnot:
[1] “Gericiliğe Karşı Aydınlanma Hareketi”, 24 Şubat 2016, Sol.
26 Şubat 2016
Moro Direnişi ve Donald Trump
24 Şubat 2016
Ömer Nayif Zayid
26 Şubat 2016
Diş
Uluer’in Dini
Bakû Doğu Halkları Kurultayı, Batı’yla yürütülen
pazarlığın kurbanıdır. Kürdlerle ilişki kurulmasına mani olan zihniyeti bu
kurultaya bağlayan Bülent Uluer, “Karanlıkta Solun Ayağına Bastım” başlıklı Özgür
Gündem söyleşisinde, o kurultayın bizzat o kendi dininin mensuplarınca
iğdiş edildiğini gizlemek niyetindedir.
Kurultay bahanedir, asıl dövülmek istenen bağcı,
Komintern’dir. Uluer, Komintern’e ve Sovyetler’e küfretmeden AB pasaportu
alamayacağını iyi bilmektedir. Çünkü AB, Komintern’in mezarı üzerine kurulu,
emperyalist-kapitalist bir projedir. Sol, hiçbir şey öğretmemişse Uluer’e bu
uyanıklığı öğretmiştir. Kendisi, artık yeni kominternin Kadrocusudur. Zira özel
KUTV’dan mezun olup devletinin safında ilerlemecilik adına çalışma yürüten Uluer,
“Kürdistan devletinin kurulacağından ve Türkiye ile birleşerek bir ABD
olabileceğinden” bahsetmektedir. Onca yılın şefliği, komilikle son bulmuştur.
Kurultay
Bakû, doğu devriminin gömüldüğü mezardır.
Emperyalizmle kurulan masaya atılan koz, kıymetini yitirmiş, kazanan efendiler
olmuştur. Teori ve ideoloji, artık buna göre ayarlanmak zorundadır.
Uluer, soldaki milliyetçiliğin kökenini Bakû Kurultayı’nda
bulmaktadır. Onun bugün küfrettiği Komintern, Kemalistlere Kürdistan meselesini
dayatan bir yapıdır. Liberallerden öğrendiği sol tarih üzerinden TKP’yi kütle
hâlinde Kadrocu ve Şeyh Said düşmanı zannetmektedir. Oysa itiraz eden sesler de
mevcuttur. Ayrıca Şeyh Said günlerinde yaşasa ona ilk kurşunu bugünün Kadrocusu
olarak Uluer sıkacaktır.
Uluer için Kürd’ün, kendi batıcı dünyasına hizmetkâr
olması ölçüsünde bir manası vardır. Batı silkelediğinde, hareket doğulu
köklerine ricat ettiğinde, ilk saldıran gene Uluer olacaktır. Emperyalizmin ve
siyonizmin bölgeyle alakalı tahayyüllerine uyum sağlamış bir solcu olarak Uluer,
küfrettiği yeri iyi bilmektedir.
Şampiyon
Bir fikrin şampiyonluğunu, savunuculuğunu ifrata
vardıranlar, tefrit üzredirler. “Asker partisi” laflarını çokça dillendirdiği
dönemde SİP’liler, “Türban” broşürleri ile genelkurmayın solu olmayı
içlerine sindirdiler. Kemalizme yelken açtılar. Partiyi, teorik-ideolojik-politik
çizgisini o geminin rotasına göre ayarladılar. 2004 NATO zirvesinde pikniğe
gitmek de bir yerlere mesaj içeriyordu. O dönemde de “emperyalizm, NATO”
edebiyatı yapılıyordu. Bugün de “Kürdlerden ayrışmak gerek”[1] demeleri, bu
göbek bağının bağlı olduğu yerle alakalı.
Demek ki teori ve ideoloji, laf-ı güzaf. Somut-maddi
çıkar ilişkileri kuruluyor, o güç odaklarına göbekten bağlanılıyor, ardından da
teorik bir zemin ve ideolojik kılıf örülüyor. Ve tabii ki kadroların ikna
edilmesi şart. Onca yayın, içe dönük olarak, kadroları ikna etmek için
çıkartılıyor.
Krizde olduğu söylenen teori, en sığ olana bağlanıyor.
Bir kavganın adı olması gereken teorik faaliyet, özünü, harrını yitiriyor.
Olanın meşrulaştırılması girişimine dönüşüyor. Bir fikrin şampiyonluğunu
yapanlar, kendi varlıklarına indirgedikleri teorik faaliyeti kolektif olandan,
kolektifin kavgasından kaçırmak zorundalar. Fikre bitmiş-tamamlanmış bir proje
gözüyle bakıyorlar. Bu nedenle nesnelliği o projeye uygun bir şey olup
olmadığına göre tasnif ediyorlar. Onca öznelci vurgu, nesnelliğe biat
edildiğini gizlemek için.
İç İçelik
Emperyalizm ve faşizm iç içe. “Teorik faaliyet”
kazığını kendi bastığı yere çakanlar, bu iç içeliği görmüyorlar, görülmesin
istiyorlar. Türkiye’ye dair dış sol yapılara raporlar hazırlayanlar (misal:
Işıkara, Kayserilioğlu[2]) “alt-emperyalizm”den söz ediyorlar. Teorik kazıkları
etrafında kimilerini dolandırmak için yapıyorlar bunu.
“Alt-emperyalizm” vurgusu, Türk egemenlere kendisi
gibi özel bir öznellik bahşediyor. Bir NATO devleti olarak hareket ettiği
gerçeğini gizlemeye çalışıyor. Demek ki bu vurguyu yapanlar, NATO’ya
çalışıyorlar!
Bir kuşatma altında olmak, bunu gerekli kılıyor.
Hindistan’da Erdoğan’ın muadili olan Modi aydınlara saldırıyor, öğrencileri
marjinalleştirmek istiyor. Hamle açık: güvenlik değil, güvensizliğin yönetimi ehven.
NATO talimnameleri bunu gerekli kılıyor. Oysa Allah’ın Hintlisi, kendisini
Steve Biko’ya bağlıyor[3], bizimkiler Mandela’ya. Bizde Biko’nun yazıları ancak
sansürlenerek yayımlanabiliyor.
Aynılık
Fikir ve zikir, aynı düzlemde işliyor. Her şeyi
kendisinin başlattığını düşünenler, her şeyin sonunu kendisinin tayin edeceğini
söylüyorlar. Bu da doğalında herkesi kendisine ram ve kul etmeyi gerekli
kılıyor.
“Kürd’den kopalım” diyen, halk sınıflarına gitmek
istediği için bunu söylemiyor. Sadece halk sınıflarının Kürd sopası ile hizaya
getirilmesi girişimine ortak olmak istiyor. Bu hâliyle halk sınıfları fazla
geri kabul ediliyorlar. Artvin Sur’a sessiz kaldığı için eziliyor.
Kürd’cülüğüne ve CHP’ciliğine halel getirmeyenlerin yürüttüğü pazarlık,
Cerrattepe’yi tarihe gömüyor. Emniyetten (nasılsa) sızan belgeler bu kesimleri
yaldızlıyor.
Esasen düşman, kendi muhalefetini koşullayarak,
üreterek, çatarak ilerliyor. Sözüne ve vicdanına Allah gibi tapanlar,
yükselişlerini düşmana muhtaç olduğunu görmüyorlar. Görmek istemiyorlar.
Sorgulamak, teorik faaliyetin harrı tehlikeli kabul ediliyor.
Milli Güvenlik
AKP’liler, 28 Şubat’ı gerçekleştiren iradenin önemli
bir bileşeniyle, Sorosçularla 28 Şubat anması yapıyorlar bugün. Soros bayii,
“milli güvenlik”ten dem vuruyor. AKP’liler, milli güvenliğin temsili ve
timsalinin Erdoğan olduğunu zannedip ruhlarını okşuyorlar. Doğum günü
pastasında üfledikleri mum kadar ömürleri.
Oradaki fikir ve zikir de aynı sis perdesi rolünü
oynuyor. Yıllarca “ordu vesayeti” diyenler, bugün ordu vesayetiyle yaşama
tutunuyorlar. Güvensizlik ortamı, güvenliği öne çıkartıyor. Dün saz
çaldıranlara bugün “alçak ve korkak” denilmesinin manası yok. “28 Şubat ve
Refah’ın yıkılması için 200 milyon harcadım” diyen Özkök’lerin tıyneti bu.
Müslüman’a vurulunca Kürd’ün sevinmeye hakkı yok. Tersi de geçerli.
Devletin ajanları gemiyi terk etmeye başlıyor. Sola
ise dünle, bugünle, gelecekle ilişkisi olmayan, sadece kendisini gören bencil
birkaç kişi kalıyor. O gemi ise yerini başka bir gemiye bırakıyor. Biz ise bir
kişiyle, bir kişinin psikolojisiyle uğraşarak tükettiğimiz zamana ah vah
edeceğimiz günlere uzanıyoruz.
İki Leyla
Leyla Zana, “Biz Filistin halkının mücadelesine saygı
duyuyoruz, ama İsrail devletinin de bölgede yaşama hakkı var, bunu da kabul
etmek gerekir” deyince Leyla Halid doğal olarak öfkeleniyor. Bunun üzerine
Halid’e, “ne var ki bunda, FKÖ de İsrail’i tanıyor” deniliyor. İşte tam da bu
yüzden Filistin’de FKÖ’yü kimse tanımıyor!
İşte tam da bu sebeple Işıkara ve Kayserilioğlu’nun
iddiasının aksine, “kurtuluş hareketinin batıdaki halk hareketinin yenilenmesi
için gerekli ilhamı vermesi” mümkün değil. Bu yazarlar, gerçeği akademinin
“sınıfsız-sınırsız” âleminde(n) okuyorlar. Sınıfsız-sınırsız bir özne olarak
soyutladıkları bir “Kürd”e sarılıyorlar, geri kalan herkesi, her kesimi nesne
kılıyorlar, zihinlerindeki “soyut Kürd”e tabi hâle getirmeyi tek çözüm kabul
ediyorlar. Bu, Uluer’lerin solunun kiri pasını halı altına süpürme yöntemi.
Kürd, bugün küçük burjuvalar için sınıfsızlığın-sınırsızlığın geçici ve tek
kullanımlık mecazı. Bu edebiyatı tüketince başkasına sarılacaklar, buna
alışıklar.
Her şey, sonuçta bugünde biraz rahatta olmak için
değil miydi zaten? Varlığını sınıfsız-sınırsız zannedenlerin sınıflı-sınırlı
gerçekliğe müdahale etmesi mümkün mü? Ya da bu müdahalenin sınıfa ve sınıra
işaret eden yerlerin budanmasına indirgenmesi kaçınılmaz değil mi? Medeniyetin
geride kalmış tek dişi olmaya namzet bir solun bir şeyleri ısırıp koparması
mümkün mü?
Eren Balkır
26 Şubat 2016
Dipnotlar:
[1] İlker Belek, “Sol Kürt Hareketinden Tamamen Ayrışmalı”, 25 Şubat 2016, Sol.
[2] Max Zirngast, Güney Işıkara, Alp Kayserilioğlu,
“Turkey’s Decisive Year”, 24 Şubat 2016, Jacobin.
[3] Pushkar Raj, “Rohith Vemula ve Steve Biko”, 30
Ocak 2016, İştirakî.
Ankara’da Rejim Değişikliği
24 Şubat 2016