29 Kasım 2014

, ,

Tevfik Ziyad: Halkının Sesi


Bir keresinde İngiliz yazar Oscar Wilde, tarihi yapanın karakterler olduğunu söylemişti. Bu söz her ne kadar doğru olsa da tarihle karakter arasında diyalektik bir ilişki olduğu söylenebilir, zira biri diğerini üretmektedir. Dünya tarihi, insanlığın kültüründe silinmez izler bırakmış çok sayıda isim doğurmuştur. Tarihin bilinip anımsanmasını sağlayan da bu isimlerdir.

Tüm Filistin tarihi boyunca çok sayıda karizmatik ve unutulmaz karakter ortaya çıkmıştır. Bunlar arasında Gâssan Kenefani, Mahmud Derviş, Muin Bseyso ve Emil Tuma gibi şairleri ve tarihçileri, Yaser Arafat gibi politik isimleri saymak mümkündür. Bu isimlerin her biri geride gelecek nesillerce her daim hürmetle anılacak olan ebedî bir miras bırakmış ve Filistin tarihinin yapılmasına katkı sunmuştur.

Tevfik Ziyad [7 Mayıs 1929-5 Temmuz 1994] da Filistin tarihi denilen anıta ölümsüz ismini kazımış devrimci bir şair olarak, ayrıksı bir kişidir. O, 1929’da Nasıriye’de doğmuş, çocukluğundan beri ebeveynleriyle sıkı ve güçlü bir ilişki içerisinde olmuştur. Ziyad’ın da söylediği biçimiyle o, “iyi yürekliliği ve alçak gönüllüğü” annesinden, “cesareti” ise babasından öğrenmiştir.

Ziyad, cüretkâr ve azimli bir kişidir. Bu iki vasfı Temmuz 1994’te ölene dek onda varlığını muhafaza etmiştir. Ariha’daki Arafat’ı ilk kez ziyaret ettikten sonra, Kudüs’teki İsrail Parlamentosu’na giderken hayatına son verecek trajik bir otomobil kazası geçirmiştir.

Okuldaki öğretmenlerinin Ziyad üzerinde önemli bir etkisi vardır. Gençken şiir yazma ve liderlik konusunda yetenekli olduğunu gösterir. 1946’da öğrencilerin gerçekleştirdiği Filistin’deki İngiliz sömürgeciliğine karşı yapılan protestoya katılır ve Filistin’in bağımsızlığı yönünde çağrıda bulunur. 1948’deki Nekbe’nin ve İsrail’in kurulması ardından Ziyad ve ailesi anavatanlarında kalır ve Nasıriye’ye gönderilmelerine dönük gayretlere direnir. O dönemde ana vaadi, Filistinli sivillerin transferine karşı koymak olan Komünist Parti’ye katılır. Sonuçta İsrailli devlet makamlarının hedefi hâline gelir ve Filistinli sivillerin özel izin olmaksızın başka bir yere gitmesini yasaklayan katı askerî emirlere tabi tutulur. Haziran 1967 Savaşı’ndan birkaç yıl sonra İsrail Parlamentosu’na seçilir ve ardından da üzerindeki tüm kısıtlamalar bir miktar gevşer.

Ziyad birçok kez hapse atılır ve işkence görür ama hapisteyken takındığı tutum efsanevîdir. Kuzeydeki bir Filistin köyünde yapılan miting sonrası kışkırtıcılık suçlamasıyla tutuklanır ve Tiberyas Tevkif Kampı’na götürülür. Burada dayak yer, işkence görür, aşağılanır ama asla teslim olmaz. Hapiste olmasına karşın kuş gibi hürdür ruhu.

Ziyad en iyi şiirlerini hapisteyken kaleme alır. Kendisi ya da çektiği çileler hakkında tek kelime yazmaz, yazdıkları hep İsrail hapishanelerinde bulunan halkının çektiği çilelerle ilgilidir. Hapisten çıktığında daha serttir ve aktif bir ulusal direniş çağrısında bulunur.

1973’te İsrail Parlamentosu’na girer, birkaç ay sonra ise İsrail Ekim Savaşı’nı başlatır. O vakit Ziyad “Geçiş” isimli şiirini yazar. Bu şiirde Ziyad, Mısır ordusunun Süveyş Kanalı’nı geçişine atıfta bulunmaktadır. Sonuçta Parlamento’nun tüm İsrailli üyeleri öldürmek için üzerine yürürler ama o meydan okurcasına ayağa kalkar, İsrailli liderlerden kibirlerine ve ölümlere yol açan askerî politikalarına son vermelerini talep eder.

Ziyad oldukça popüler bir şairdir, elde ettiği şöhreti başka bir Filistinli şairde yoktur. O, yaptığı devrim çağrısında alçakgönüllü ve samimidir. Şair, yüzeysel ve maddî yaşamsal lükslerden beridir. O, kendisine hayran halkının ve çocukların arasında yaşayan bir politikacıdır. Çocuklarla ilgili olarak şunları yazar: “Hayatımın yarısını verdim/Ağlayan bir çocuğu güldürene/Ve diğer yarısını ise gülün solmaması için zırh olmaya.

1975’te Nasıriye halkı onu belediye başkanı seçer ve o şehrin tarihsel prestijini yeniden tesis etmek için elinden geleni yapar. Ziyad, Nasıriye şehrindeki altyapıyı geliştirmek için hep birlikte çalışan yerel ve uluslararası gönüllüleri cezbeden “Gönüllü Çalışma Kampı” adını verdiği bir kalkınma ve insanî yardım projesi geliştirir.

Aynı zamanda o dönemde İsrail hükümeti 1948’de işgal ettiği binlerce dönümlük Filistin toprağını kamulaştırma kararı alır. Bunun üzerine Filistinliler, bu kararı protesto etmek için greve giderler. Ayrıca Filistinli sivillerle İsrail ordu güçleri arasında çatışmalar yaşanır. Bu çatışmalarda altı Filistinli ölür, otuzdan fazla insan yaralanır. Dahası İsrail ordu güçleri Ziyad’a suikast tertiplerler ama başarısız olurlar.

Mahmud Derviş ve Semih Kasım gibi birçok şair ondan etkilenir. Derviş, Ziyad’ın arkasından ağıt yakarak şunları söyler: “O, şiirden gösteriye, hücreye, dilin mekânına doğru hareket etmiş bir isimdir. Ziyad olağanüstü bir kişidir, şevki ve zevkiyle insanlara ilham vermiştir. O yaşama arzusu, sevinç dolu bir yaşama aşkıdır.”

Ziyad, politik direniş konusunda coşkulu bir isim, hayata ve insanlığa âşık bir şairdir:

Sana Sesleniyorum

Tutuyorum ellerini
Ayağının altındaki toprağı öpüyorum
Ve sana
Senin hayatın için
Kendi hayatımı teklif ettiğimi söylüyorum.
Gözlerimin ferini hediye ediyorum sana
Yüreğimin sıcaklığını.
Yaşadığım dert senin felâketinin bir parçası.

Bu kelimeler, insan ve şair olarak Tevfik Zeyyad’ın tüm hayatını ve hikâyesini özetlemektedir.

Riad Masarwi

Bir Zeytin Ağacının Gövdesine

Yün dokumadığım için[*],
ha bugün ha yarın
tutuklanma buyruğunu beklediğim için
-evim her an hazır
baskınına polisin-,
kâğıt bile satın alamadığım için,
kazacağım
bütün başıma gelenleri,
ve tüm sırlarımı
zeytin ağacının gövdesine,
evimin bahçesine dikili.
Kazacağım tüm
hayatımın öyküsünü,
kanlı günlerimi dilim dilim,
naralarımı, çığlıklarımı,
portakal ağacının gövdesine
ve mezar taşlarına ölülerimin.
Damla damla emdiğim
bütün acıları
silmeye yetecek
onda biri bile
gelecek tatlı günlerin.
Kazacağım bir bir
topraklarımızdan çalınan
her parçanın numarasını,
sınırını ve yerini köyümün,
köyümde eğleşenlerin yıkılmış evlerini,
kökünden sökülmüş ağaçları.
çiğnenmiş kır çiçeklerini.

Kazacağım bir bir
sinirlerimi büke büke parçalayan,
uzmanlaşmış bir sürü adamın adlarını,
ve bütün hapishanelerin adlarını,
ve ellerimi kenetlemiş
her çeşit kelepçeyi,
ve tüm dosyalarını
gardiyanlarımın,
ve üstüme boşalttıkları her küfrü.

Ve kazacağım:
«Küfr Kasım, seni unutmadım.»
Ve:
«Doruğuna çıktık kanlı dağların.»
Kazacağım sonra,
anlattıklarını
bana güneşin,
ve ayın fısıldadıklarını,
ve kumrunun dediklerini bana,
âşıkların terk ettiği
kuyunun başında.

Hatırlamam için iyicene,
kazacağım
ayakta, dimdik,
bütün acı günlerimi,
ve her sayfasını bozgunun,
tohumdan
dağa kadar,
kazacağım hepsini
zeytin ağacının gövdesine,
evimin avlusunda dikili.

Tevfik Ziyad
Çeviri : A. Kadir - S. Salom

[*] Fransız Devrimi esnasında hainlerin isimlerini dokuyup Fransız devrimcilere gönderen Madame Lafarge’a atıf.

Mahmud Derviş, Tevfik Ziyad ve Semih Kasım
,

Münir Şefik’in Kurtuluş Teolojisi


İslamî Kurtuluş Teolojileri

Milliyetçi sol düşünce geleneği içerisinde sayılabilecek Filistinli düşünür Münir Şefik, yeni devrimci politik eleştirinin temellerini İslamî teolojide bulan bir isimdir. Haddizatında Şefik’in toplam eseri, Arap ve Müslüman ülkelerdeki ulusal ve toplumsal kurtuluş meselesini bir medeniyet meselesi olarak tespit etmektedir.

Bu amaçla o, meseleye gerileme-bağımlılık-Rönesans üzerinden bakmaz, Nasırizm ve Baasizm gibi milliyetçi ve sosyalist yaklaşımlar üzerinden Arap kurtuluş hareketinin deneyimlerini öğrenmeye çalışır. Şefik’in Arap milliyetçiliğine ve Marksizme ait konu başlıklarına aşina olması, şüphesiz ki onun eserini hayli tartışılır kılmaktadır.

Şurası kesin ki Şefik’in eseri en genel manada teolojik bir nitelik arz etmez. Devrimci milliyetçilik ve Marksizmle yüklü hayatı, analiz ve tarzında hâkim unsurdur. Ama bugün ulusal ve toplumsal kurtuluş sürecini İslamî ideolojik çerçeve içerisine oturtan yazar, Nahda’nın reformist teologlarının bugün başvurduğu temel politik argümanları güncelleyen ve geliştiren kişidir.

Emperyalizm lehine işleyen güçler ilişkisinin ve onun yereldeki faaliyetlerinin bilincinde olan Şefik, süreç içerisinde kitlelerin toplumsal ve politik açıdan seferber edilmesinde merkezî unsur olan iman meselesine yönelir. Kapitalizmin ve emperyalizmin elindeki kudret, öncelikle maddîdir (bu kudret ekonomi ve ordu ile ilgilidir.). Emperyalizmin hâkimiyeti altındaki halklar, emperyalizme ancak eylem birliği için gerekli zemini sağlayacak olan manevî kudretlerini yeniden keşfedip, onu seferber etmek suretiyle direnebilirler.

Kapitalizm eleştirisinin odak noktası, sadece zararlı olan ekonomik, toplumsal ve politik sonuçları değildir. Bu yaklaşım, kaba Marksistlerin veya modern akımlar dâhilindeki milliyetçi yaklaşımların üzerinde durduğu husustur. Bu kesimler, sadece burjuva medeniyetinin gelişmekte olan ülkeler nezdinde genelleştirilmesi sayesinde gelişmenin olacağını iddia ederler. Şefik’in getirdiği eleştiri ise esas olarak kapitalist sistemin “materyalist” boyutunu ele alır ve ondaki genel üretken maddî etmenin (sermayenin) insanı ve doğayı sefalete sürükleyeceği üzerinde durur. Şefik’in geliştirdiği politik analizin reformist teoloji ile buluştuğu nokta da burasıdır.

İslamî Rasyonalite

Yöntemsel açıdan Şefik, analizine soyut akıl ve imana itiraz eden modernist akımlara karşı Islah (İslamî reformizm) âlimlerinin verdiği kavgayla başlar. Modernist akımlardaki Avrupa merkezci yaklaşım, mekanik biçimde Avrupa’daki sekülerleşme deneyimini tarihsel açıdan farklı bir bağlama sahip olan Arap-Müslüman dünyaya aktarmıştır.[1]

Bu noktada Şefik, aklın nesnelliğini inkâr etmez ama doğduğu yer olan Avrupa’da kendi sınırlarına ulaşan tarihsel bir modelin tüm yükünü ithal etmenin de rasyonel bir yaklaşım olmayacağını söyler.

Rasyonalizmle ilgili bir anlayış, bunun yerine her toplumun kendi gerçeklerini dikkate alan özgün bir araştırmayla işe koyulmalıdır. Bu bağlamda Şefik şu sonuca ulaşır: ortadaki savaş, aklın destekçileriyle “irrasyonalite”nin destekçileri arasında değil, iki farklı rasyonalitenin takipçileri arasında yaşanmaktadır. Bu açıdan İslamî inanca dayalı akıl, Aydınlanma felsefesine dayanan akıldan daha az akla yatkın olmayacaktır.

Dolayısıyla, dinin dünyayla ilgili toplumsal kavrayışlarına karşı çıkmak yerine, rasyonel ve toplumsal bir yaklaşımla işe başlamak ve ister dinî olsun ister olmasın, toplumsal tepkileri dikkate almak daha uygun olacaktır. Kendiyle ihtilafa düşen Şefik, bu aşamada abartılı bir rasyonalizme feda edilmiş bir inanç anlayışını savunmakta tereddüt etmez. Ona göre vahyi terk edenler, bu işlemin aklın en üst düzeyi olduğunu düşünmektedirler:

“İnanç, sadece akılda ve onun aracılığıyla meydana gelir ve bir mümin inanca, aklı kabul ettiği takdirde ulaşır.”[2]

Aşırı rasyonalleştirme, mantıksal açıdan Şefik’i İslam’a yabancı başka öğretileri, yöntemsel düzlemde sınırlı bir biçimde, gayrimeşru kılmaya iter. Ona göre, bizim tüm Marksist sistemi kabul etmeksizin, Marx’ın diyalektik-materyalist yöntemini benimsememiz mümkündür.[3]

Ancak Arap toplumlarını dünya kapitalizminin merkezine yerleştiren bağımlılık anlayışlarına dönük analizine dikkatlice baktığımızda, Şefik’in kendisine ait bu söze pek saygı duymadığı görülecektir. Marx’ın ifade ettiği biçimiyle, bir insan hakkındaki hüküm, onun bilinci değil, içinde fiilî olarak var olduğu toplumsal ilişkiler üzerinden verilebilir.

Şefik’in İslamî kurtuluş teolojisine yaptığı en önemli katkı, onun Marksist geçmişinden miras aldığı tarih boyutuna çok şey borçludur. İslam’ın yüzleştiği mevcut sorunları ele alan Şefik soyut bir teolojik cevap vermez, aksine mevcut Müslüman toplumların içinde yaşadığı İslam dâhilinde işleyen ölçütlerin tarihsel bağlamını her seferinde hatırlatır.

Şefik, kolaycı çözüme tevessül etmeksizin, keyfî bir seçim yaparak, özellikle fıkıh alanıyla ilgili Müslüman öğretiyi parçalama yoluna gitmez ve sistematik İslamî referansın meşruiyetini ve tutarlılığını muhafaza etmek için tarihe başvurarak mevcut dogmatizmle yüzleşme yoluna gider. Belki de bu, Şefik’in ortaya koyduğu eserin en çok sorgulanan yanıdır. Ama gene de o, geleneğe dönük yeni bir okuma önermiş, mevcut okumalara karşı koyma cüretini göstermiştir.

İslamî Üçüncü Dünya’nın Özeti

Politik açıdan Şefik’te hem İslamî hem de devrimci bir perspektif mevcuttur. Bu hâliyle o, İslam’ın doğuşu itibarıyla bir devrim olduğuna, bu sebeple O’nun bugün de anti-kapitalist ve anti-emperyalist devrim için gerekli ideolojik-politik çerçeveyi verebileceğine inanır.[4] Müslüman toplumların ve bağımlı ülkelerin bulunduğu bir coğrafî alanın parçası olmak, İslamcı Şefik’i günümüze ait “Üçüncü Dünyacı” okumaları birleştirmeye iter.

Şefik Avrupamerkezciliği Bu sentez gayreti dâhilinde eleştirir. Bu yaklaşıma göre, kapitalizm genel manada, sadece iç kaynaklı bir gelişmeye atıfta bulunarak izah edilebilir. Bu bağlamda söz konusu gelişme, Avrupa toplumlarını feodalizmden kapitalizme taşımıştır. Ancak Şefik’e göre bu yaklaşım, kapitalist sistemin ta başından beri etkin olan fetih ve dışarıda yürütülen yağmanın önemini ihmal etmektedir.

Söz konusu analiz, Şefik’e göre, tarihsel bir önemi haiz değildir, zira soruya verilen cevap üzerinden söylenebilir ki anti-kapitalist devrimin güçleri ve doğası ile ilgili olarak, oldukça farklı cevaplar verilebilir.[5]

Devrimci görevlerin tanımını yaparken Şefik, ilerici Arap mahfillerindeki hâkim evrimci kurguyu reddeder.

Mutlak ilerleme ve gericiliğe karşı çıkmazdan önce gerekli olan, yapılanın gerçek manada ileriye doğru atılmış bir adım olduğunu söylemek için gerekli ölçütü belirlemektir. Güney’de “ilerici” olarak adlandırılan güçlerin birçoğu, toplumsal, psikolojik ve manevî olanı dikkate almaksızın, teknik ve ekonomik ilerlemenin idealleştirilmesine dayalı hâkim değerler sisteminden ödünç alınan bir ilerleme tanımına sahiptir.[6]

Politik Dolayımlar

Küresel bir sistem karşıtı perspektif ortaya koyan Şefik, bunu “bütünsel savaşa karşı bütünsel savaş”[7] sözüyle ifadelendirir. Söz konusu yaklaşım, onu gerekli politik ve toplumsal dolayımların üzerinde durmaktan alıkoymaz. Bu bağlamda Şefik, ulusötesi İslam ümmetinin üstünlüğünü ortaya koyar ve İslam’ın ulusal birliği tanıdığını, baskı rejimini dağıtıp alt ettiğini söyler.

Milliyetçiliğin aksine İslam, Şefik’in geçmişte olduğu gibi bugün de toplumsal ve tarihsel bir örgütlenme biçimi olarak gördüğü milleti asla idealize etmez. Aynı tespit, kimi bölgeler için kabile konusunda da geçerlidir.

Bu bağlamda Şefik, İslamî evrenselciliğin yegâne somut evrenselcilik olduğuna vurgu yapar ve onun mutlak olmamakla birlikte, aile, kabile, bölge, millet, sınıf vb. tekil olguları bütünleştirdiğini söyler. Bu konum, doğrudan kimi toplumsal içerimlere sahiptir: geleneksel yapıları (aile, kabile, komşuluk) çözmek suretiyle daha iyi bir toplumsal dayanışma örgütüne ulaşamayız. Toplumsal ilişkinin kendinde-devlete veya tekil bir birliğe indirgenmesi kapitalist sisteme karşı alınan ihtiyatlı konum dâhilinde grupların direncini ve muhafazasını zayıflatır.[8]

Radikal değişim perspektifindeki politik sorunu gündeme getiren Şefik, demokrasi meselesini atlamaz, ama onu temel medeniyet meselesine bağlar. Ona göre bağımlı toplumlarda yönetici seçkinlerin batılılaşması, sadece otoriteryanizmle veya despotizmle sonuçlanır. Burada toplumsal-kültürel kökler kaybolur ve bu, seçkinleri toplumun dışına savurarak onları halkın çoğunluğuyla çatışmaya sürükler. Diğer yandan, demokratik talepler öne sürüp bu taleplerin kültürel boyutunu es geçen politik güçlerse kitlelerle sağlıklı bir iletişim kursa bile, toplum onları asla işitmeyecektir.[9]

Muhammed Tahir Bensaada
24 Temmuz 2006
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Munir Shafiq, Islam in battle of civilization, Dar al-Barak, Tunis, 1991, s. 136.

[2] A.g.e., s. 138.

[3] A.g.e., s. 159.

[4] A.g.e., s. 75.

[5] A.g.e., s. 44.

[6] A.g.e., s. 134.

[7] A.g.e., s. 147.

[8] A.g.e., s. 100.

[9] A.g.e., s. 116.

27 Kasım 2014

Mücadele Kitabının Ferguson Baskısı


24 Ağustos 1964’te, 22 Cadde ile Columbia Bulvarı’nın köşesinde iki polisle Odessa Bradford arasında bir tartışma yaşandı. O günlerde süregiden polis şiddetine ilişkin iddialardan ötürü ağırlıklı olarak Siyahların oturduğu mahallede gerilim üst seviyedeydi. Bradford ile iki polis arasındaki tartışma bardağı taşıran son damla oldu, takip eden iki gün boyunca Kuzey Filedelfiya’daki bu şehirde adalet talebiyle, ırkçılık karşıtı bir isyan gerçekleşti.

50 yıl sonra bile değişen bir şey yok. Geçen gece, 24 Kasım tarihinde, Ağustos’ta üzerinde silâh bulunmayan Michael Brown isimli Siyahî genci vurup öldüren polis memuru Darren Wilson, çıkartıldığı mahkemede suçlu bulunmayıp serbest bırakıldı. Bunda şaşıracak bir şey yok. Siyahların ve melezlerin köleleştirilmesi ve soykırıma tabi tutulması üzerine kurulu bir ulus, bir Siyah’ı katlettiği için beyaz olan polisini suçlamadı. O günden beri Missouri’nin Ferguson kasabasında adalet talebiyle, ırkçılık karşıtı bir isyan gerçekleşiyor.

Doğru olduğunu ne çok arzulamamızın bir önemi yok, zira gerçek şu: bu beyaz üstünlükçü kapitalist toplumda Siyahların hayatları önemsiz. Polisin toplumsal rolü statükoyu muhafaza etmektir. Günümüzde “emniyet” denilen kurum, köleleri yakalama, kordon altına alma ve denetleme kurumuna dönüşmüştür. Kölelik karşıtı hareketler ve insan hakları örgütlerinin onlarca yıl süren çalışmaları sonucu Siyahlar, daha önce kendilerine bahşedilmeyen belirli haklara ve imtiyazlara kavuşmuşlardır ama insanlığımızın kabul görmesi sadece zalimlerimizden, yani ABD’deki kapitalist sistemin bize uyguladığı sistematik ve barbarca şiddetin tiplerini yeniden inşa etmiştir. Şahsî planda bir polis iyi bir insan da olabilir. Arkadaşımın kocası bir polistir ve iyi bir adamdır örneğin. Hatta iyi lazanya yapar. Ama kurum olarak polis teşkilâtı, Siyah karşıtıdır. Daha önce ifade edildiği biçimiyle, “Bu sistem korumak zorunda olduğu insanları korumaz, dolayısıyla onları asla yüzüstü bırakıyor değildir.” Polisler, sessiz kaldığımızda bize ateş ediyorlar, bu yüzden bizim biraz gürültü çıkartmamıza neden oluyorlar. Tarih bu şekilde tekerrür ediyor. Onların bizi işitmelerini sağlayacağız.

Biraz da Ferguson hakkında neler diyorlar, ona bakalım: “Ah hayır, insanlar her yeri yağmalıyor. İş yerleri yakılıyor. Küçük Sezar’ları kurtarın.” Bu laflara artık karnım tok. Eğer derdin kırılan camlar, kapitalist kurumlardan çalınan mallarsa, yanlış yoldasın. Özel mülkiyetin zarar görmesi benim umurumda değil. Toplumun sahibi Ferguson halkı değil. Onun sahibi kapitalist zalimler. Onlar, işçileri ve emeklerini, bizim ülkemizde emperyalizme bağlı olarak tüm dünya genelinde sömürüyorlar, sonra fiyatları artırarak işçilere oldukça düşük ücret ödeyip yüksek miktarlarda kârlar elde ediyorlar. Alın sizin olsun. Bunu hak ediyorsunuz. İşçi sınıfı, emeğiyle yarattığı özel mülkiyeti özgürleştiriyor. Burada ahlâkî mesele, bu milyon dolarlık işletmelerden gelen malzemeler üzerinde hak iddia etmek değil, silâhsız bir gencin canice katledilmesi ve adaletsizliğin her daim hüküm sürmesi.

Tüm insanlar, “isyanlar” konusunda endişelenmeye devam ettikçe, şiddete başvurmamak imtiyazlı bir konum olarak varlığını sürdürecektir. Pasiflik, şiddete başvurmama, devlete yardım eder. “Hukuk”un uygulanması konusunda ona katkı sunar. Statükonun muhafaza edilmesi sürecini besler. Peter Gelderloos’un ifade ettiği biçimiyle:

“Şiddete başvurmama, modern dönem bağlamında doğası gereği imtiyazlı bir konumdur. Ayrıca tipik bir pasifist, alabildiğine beyaz ve orta sınıftır, pasifizmse bir ideoloji olarak imtiyazlılıktan türer. O, şiddetin hâlihazırda burada olduğunu görmezden gelir; şiddetse kaçınılmaz bir olgudur, mevcut toplumsal hiyerarşinin yapısal açıdan mütemmim cüzüdür; dolayısıyla beyaz olmayan insanlar şiddete daha çok maruz kalırlar. Pasifizm, varoşlarda yetişen ve tüm ihtiyaçları karşılanan beyazların, Büyük Beyaz Baba hareketin talepleri tarafından yönlendirilene ya da efsanevî bir nitelik arz eden o ‘kritik kitle’ pasifistlerin kontrolüne girene dek, önemli bir bölümü siyah ve melez olan mazlum insanlara sabırla acı çekmeyi [vurgu bana ait] öğütleyebileceklerini varsayar. […] Şiddete başvurmama yöntemini benimseyenler, Amerikan Yerlilerinin Kolomb, George Washington ve tüm diğer soykırımcı kasaplarla oturma eylemleriyle dövüşebileceklerini, 1877’de katledilen Siu lideri Çılgın At’ın şiddete başvurarak mevcut şiddet döngüsünün parçası olduğunu, onun aynı yıllarda Kızılderililere karşı katliamlar gerçekleştiren subay George Armstrong Custer kadar ‘kötü’ görülmesi gerektiğini söylerler. Bu insanlara göre Afrikalılar köle ticaretini açlık grevleri ve dilekçelerle durdurabilirlerdi, dolayısıyla başkaldıranlar esir alanlar kadar kötüydü. Şiddetin bir biçimi olarak başkaldırı, daha fazla şiddete yol açmıştır, bu nedenle direniş de köleleşmeye sebebiyet vermiştir. Şiddete başvurmama yöntemini benimseyenler, bu yöntemin şiddetin hiyerarşisinden faydalananlar ve bu hiyerarşi dâhilinde suç işleyenler olarak, şiddetin koruduğu bir statüye sahip imtiyazlı kişilerin işine yarayacağı gerçeğini reddederler.” [vurgu bana ait]

Şiddete başvurmama safsatasına inanmak, oyun sahasının herkese eşit olduğuna ve bu adaletsizlik üzerinden sadece yürüdüğümüz yol konusunda müzakere yürütebileceğimize ilişkin alabildiğine yanlış bir varsayımda bulunmak demektir. Değişim talep etme devrim yapma aracı olarak şiddetli gösterilere karşı çıkmak, reformist ajandalardan sapmalara karşı aktif kendini denetleme ve politik normların takviyesi aracılığıyla, zalimle ilişki dâhilinde var olan özgül yolları normalleştiren, müzakere edilemez ve esnek olmayan küresel ölçütler meydana getirir. Şiddet, devletin uyguladığı şiddete yönelik meşru bir cevap olarak kabul edilmez çünkü alacağımız intikama bu olumsuz yan anlamı kazandıran, devletin ta kendisidir. Peki, bunu neden yapar? Statüko için. Cevabım yetersiz, biliyorum.

Michael Brown ırkçı köpeklerin ellerinde ölen ilk Siyah değildir, sonuncusu da olmayacaktır. Belirli bedenler temelde bireylik için uygunsuzdur, zira bireylik, canlılar olarak sahip olduğumuz statüler, değil imtiyazlı Batı’yla kurduğumuz ilişkiler üzerinden tanımlanmaktadır. Michael Brown Siyah’tı yani beyaz değildi. Siyahî bedenler suçun gösterenleridir. Silâhsız bile olsa o bir tehdit olarak algılanmıştır. Ölümünden sonra bile adalet ona çok görülmüştür. Sistem asla onu içine alacak bir yapıda olmamıştır.

Baskı direnişi besler. Bizler bugün savaşıyoruz, o büyük adaletse bizi büyük mücadeleye alıp götürecek.

Womancipation

,

Ferguson: Sistemi Suçla, Öfkeyi Örgütle


Sistem kendi hükmünü verdi. Şimdi ve bundan sonra bizim hükmümüzü halk verecek.

Halkın ABD hükümetinin Siyahî gençliğe gösterdiği saygısızlığı ve uyguladığı zulmü görüp ona hazırlanması için çok uzun bir zaman geçmesi gerekiyordu. Bu yılın Ağustos ayında Michael Brown’un Missouri’nin batısındaki Ferguson kasabasında polis tarafından katledilmesi, Siyahî gençlerle zulme karşı mücadelelerinde onlara destek olan herkesi yürüyüşe ve eyleme çağıran bir çığlık işlevi gördü. Brown’un katili aleyhine dava açılıp açılmayacağına dair kararı, hem ırkçı devlet makamları hem de sokaklardaki insanlar beklediler ve nihayet hüküm verildi. Ulusal güvenlik güçleri göreve çağrıldılar. Olağanüstü hal ilân edildi. Ve sokaklardaki halk, bugün adalet denilen komedinin kılına zarar gelmeyecek, itiraza açık olmayan bir gerçeklik olmadığını ispatlamak için daha sıkı kenetleniyor.

Ama tahmin edilebileceği gibi, başka bir Siyah’ın hayatı gene gözden çıkartılabilir kabul edilecek. Büyük jürinin kararı üzerinden polise Siyahî topluluklara yönelik terör uygulama hakkı verilmiş olacak.

Genç Ferguson’lıların safında duran bizlerin bugün hakikati dile dökmemiz gerek: adaletin sağlanması, zulme son verilmesi için halkın birlik olup ayaklanması şart. Lütufkâr kurtarıcılar gelmeyecek hiçbir zaman. Görevimizin ne olduğuna karar verip onu lâyıkıyla ifa etmemiz zorunlu.

Toplumda “halk”ın devrimci güçlerin önünde gittiği zamanlar vardır tarihte. Şurası açık: Ferguson’da halkla bağlarını güçlendirmiş birçok komünist, anarşist ve diğer devrimci fikirli insanlar var ve bugün büyük jürinin kararına gereken cevabı veriyorlar. Şu da doğru: verilen karar, muhtemelen yeni zuhur eden devrimci bir ekosistem olarak bizlerin henüz tesir etmeye hazır olmadığımız olayları tetikleyecek. Evet, devrimciler Ferguson’dakine benzer hareketlere iştirak etmenin yollarını bulup bu tür hareketleri devrimci yöne sevk etme konusunda müdahil olmalıdırlar.

O hâlde Ferguson halkına ve onun müttefiklerine devrimciler neler sunabilirler?

Fay Hattındaki Çatlak

Ferguson’daki isyan ve sonrasında yaşananlar, hükümetin yüzleştiği sorunun (ulusal ve yerel düzeylerde) kolaylıkla çözebileceği veya üstesinden gelebileceği basit bir sorun olmadığını göstermektedir. Polis şiddetinin Siyahî topluluklarda bu türden isyanlara kaç kez yol açtığına bir bakalım: Watss dâhil, 1960’lardaki kent isyanlarının, 1990’lardaki Rodney King’in, 2001’deki Cincinnati isyanının, geçen yıl Kimani Gray’in katli sonrası East Flatbush’taki isyanın ve bugün yaşanan Ferguson ayaklanmasının ana nedeni polis şiddetiydi.

Peki, bunun nedeni ne? Hükümet ve Al Sharpton türünden uşakları, Siyahî halkın, özellikle gençliğin öfkesini neden zapturapt altına alamıyor, onların taleplerini karşılayamıyor? Bu polisi tutuklamak, kelepçelemek ve hapse atmak hükümet için bu kadar mı zor? Ama bunlar olmadı, zira yapı bu şekilde çatılmıştı.

Bu sorunun cevabı, Siyahî halkla polisin oynadığı rol arasındaki ilişkide aranmalı.

Siyahî halk toplumun kıyısına atılmıştır. ABD’deki yöneticiler, endüstrileşmedeki yıkıma dönük bir sapma yaşanana dek, Siyahî halkı ekonomiye entegre edebilecekleri bir yol bulamamışlardır. Giderek artan sayıda Siyah, ömürlerinin önemli bir bölümünü işsiz geçirmiş, hapis ve etnik temizlik “kader”leri olmuştur. Siyahlar tecrit edilmiş, etrafı polis güçlerince kuşatılmış ve işgal edilmiş olan fakir bölgelere itilmişlerdir.

Ellerinde onca askerî ekipman olan bu polisleri, söz konusu silâhları bugün neden Ferguson’da kullanırken görüyoruz? Tüm bu olup bitenler ne için?

Bu polislerin işi, Siyahları terörize etmek. Bunun için eğitim alıyorlar. Eğitimleri süresince, medyanın bize dikte ettiği biçimiyle, siyahî gençlerin çalışmadıklarını, suçlu olduklarını ve kontrol edilmeleri gerektiğini öğreniyorlar. Yani mesele, “ortalıkta bazı kötü polislerin olduğu” ya da “devriye attıkları topluluklardan bazı polislerin kiralanıyor oluşu” değil. Köpek köpektir. Onların rolü, Siyahları terörize etmek ve bu basit gerçeğin reforme edilecek bir yanı yoktur.

Ferguson’daki kasaba polisinin Michael Brown’u katletmede bir sorun görmemesinin nedeni budur. Tam da bu yüzden hükümete bağlı hiçbir birim, onun katilini tutuklamayacaktır. Katilin tutuklanması, polise, bu baskı sisteminin temeline ne türden bir mesaj verecektir? Eğer polis, Siyahlara gaddarca davranma ve onları katletme suçu üzerinden kovuşturulsa, o vakit polis işini yapamaz, polisle Siyahlara zulmeden politik liderler ve sistem arasındaki güven ilişkisi sarsılır.

Öncelikle anlaşılması gereken husus şudur: Ferguson’daki olaylar, en geniş manada toplumda oluşan bir fay hattını temsil etmektedirler. Yani bu yaşananlar, yönetici sınıfların kolaylıkla çözüme kavuşturamayacakları veya üstesinden gelemeyecekleri, doğrudan kapitalist zulüm sistemine ait bir sorunun somut ifadeleridir.

İsyan Hak Olsa da O Devrim Değildir

Ferguson’daki isyan, insanın kurtuluşunu önemseyen herkese ilham vermiştir. İsyan etmek ve isyan ruhunu her yana yaymak, bir haktır. Ülke genelinde Siyahların hayatlarına yönelik saygısızlığa karşı öfkelerini ifade etmek için çok sayıda dayanışma eylemi gerçekleştirilmiştir. İnsanların devlet tarafından onaylı “şiddete başvurmayan” gösterilere itiraz geliştiriyor olmaları, cesaret vericidir.

İsyan ateşinin başka şehirlere sıçramasının halkın bilincinde ve savaşkan ruhu üzerinde olumlu bir etkisi olsa da bu tarz isyanlar tek başlarına kurtuluşa götürmezler. Bizce toplum içerisinde gerçek bir temele sahip kent isyanları dâhil tüm dayanışma eylemleri hayırlıdır. Ama mücadeleyi bir sonraki aşamaya taşıma noktasında isyanlar kâfi midir?

Sokak savaşı, tek başına devrim yapmakla aynı şey değildir. Önce işe Siyahî gençliğin ve bu toplumda kendisini Ferguson isyanının ruhuyla tanımlayan herkesin haklı öfkesini politik açıdan ciddi ve disiplinli bir biçimde yapılandırılmış, bu sistemi yıkıp onun yerine daha iyisini getirecek bir örgütlenmeye yönlendirmekle başlamalıyız.

Sorumluluklarımız

Ferguson’ın ifşa ettiği acil ihtiyaç, komünist bir örgüttür.

Bizim Ferguson tipi olaylara cevap üretebilecek halk şebekeleri oluşturmamız ve bu olayların Ferguson tipi olaylar sönümlendiğinde toplum genelinde süren tartışmalara gerçek bir etkide bulunmasını sağlamamız gerekmektedir. Bu türden şebekeler hâlihazırda oluşmuş gibi yapmak hiçbir işe yaramayacaktır.

Açık olmak gerekirse, devrimciler arasında ortaya çıkan yeni şebekeler mevcuttur ki bu, oldukça olumlu bir gelişmedir. Ancak söz konusu şebekeler, bugünkü hâliyle ilkel durumda olan, halkla devrimciler arasında oluşan şebekelerin yerini almamalıdır. Eğer halk sokak savaşına giriyorsa, o vakit onun desteklenmesi ve ona iştirak edilmesi zorunluluktur. Ama bu iş, katıksız bir irade gücü ile bu türden isyanları ateşlemek için ülke geneline dağılan küçük devrimci şebekelerle ikame edilmemelidir.

Halkın gerçekleştirdiği taarruz devrimci bir örgütlenmeye dönüştürülmeli, bu örgütlenme sadece cesur olmakla kalmamalı, aynı zamanda örgütlü bir savaşçılığa sahip olmalıdır. Ferguson’daki halk, bu türden bir örgütlenmenin ihtiyaç olduğunu görmekte ve onu inşa etmektedir. Ama burada temel ihtiyaç devrimci bir örgütlenmedir. Bu tarz bir örgütlenme her düzeyde örgütü içerebilir: sokağı örgütleme projeleri, karşılıklı yardımlaşma projeleri, güçlü medya projeleri, devrimci sanat, müzik, 21. yüzyıl politik ekonomisine dönük titiz bir inceleme ve daha fazlası.

Tüm bunlar, farklı arka planlara ve tecrübelere sahip insanlarla komünist fikirleri kaynaştırmayı içerir. Bizim belirli bir yön anlayışına sahip olmamız gerekir. Bu yön, mevcut düzene meydan okuyacak ve Siyahlarla kapitalizmin sefaleti, eşitsizlik ve yabancılaşmadan mustarip olan herkesi gerçek manada kurtarmaya başlayacak bir strateji ve program geliştirmeye dönük olmalıdır.

Fay Hatları Komünist Örgütün Kök Salacağı Yerlerdir

Komünist fikirlerin halkın belirli bir kesimiyle buluşmasını sağlayacak yarıkların tüm toplum geneline eşit ölçüde yayılması mümkün değildir. Yönetici sınıfların çözmeleri zor olan toplumsal sorunlar, halkın geniş kesimleriyle bağlantı kurulması konusunda, komünistlere orantısız bir potansiyel sunarlar. Siyah halkın polis zulmüne maruz kalması ve katledilmesi birçok kez militan bir direnişi tetiklemiştir, dolayısıyla söz konusu fay hattında örgütlenmek doğru bir yoldur.

Ferguson’da halk, polisin namlusunu alt etmiş ve davasından asla vazgeçmemiştir. Bugün ABD’de devrimci bir değişimin herhangi bir ihtimale sahip olup olmadığını tartışan insanlara tanık olunmaktadır. Bu insanlar, toplumun çoğunluğunun üç kuruş rüşvete kendisini sattığını söylemekte, kurtuluş mücadelesi vermek yerine insanların daha yeni bir iPhone ya da Nike’a sahibi olmakla ilgilendiklerini iddia etmektedirler.

Peki, bu beyler, küçük kasabalarında bir genç, polis tarafından katledilmesi sonrası, halkın o genç için adalet talep etmek adına, tutuklanma riski ve fiziksel zarara rağmen ortaya koyduğu irade konusunda ne kelâm edecekler? Şurası açık: Ferguson, mücadele için gerçek bir potansiyelin derinlerde mevcut olduğunu ifşa etmiştir. Ancak şimdiki en önemli husus, bu mücadelenin doğasının ne denli temelli bir nitelik arz ettiğidir.

Biz komünistler, Ferguson halkının ve dünya halklarının kurtuluşa muhtaç olduğu anlayışı üzerinden faaliyet yürütüyoruz. Bizim sorumluluklarımız, sadece isyanın kendiliğindenliğinin kuyruğuna takılmak değildir. Bizim polise Siyahları katlettiren yöneticilere ve bu topluma meydan okuyabilecek gelişkin şebekeler geliştirmemiz ve örgütlenme tarzları inşa etmemiz gerekmektedir. En iyi haliyle biz, birçok insanın etrafında birleşeceği, bir kurtuluş stratejisi ve programı önerebiliriz.

Kapitalist ABD’de adaletin muhtemel olduğuna dair yanılsamalar Ferguson gibi yerlerde yırtılıp atılmıştır. Bu moment, mazlum halkın bize günbegün dünyanın savaşı sürdürme ve zafere kadar götürme yolları üzerinden faaliyet yürüttüğünü öğrettiği, bu bilginin kristalize edildiği bir momenttir.

Nat Winn

25 Kasım 2014

,

FHKC Zulme Karşı Direnişi Destekler



Filistin Halk Kurtuluş Cephesi, Ferguson halkının ve ABD’deki hukuk sisteminde hüküm süren adaletsizliği görüp kovuşturma sonrası sokakları bir kez daha dolduran insanların safında olduğunu beyan eder. Michael Brown’u soğukkanlı bir biçimde katleden Darren Wilson’ın genç bir Siyah’ı devlet destekli olarak katletmesi sonrası yargılanmaması, ABD’deki hukuk sisteminin ne denli adaletsiz olduğunu göstermektedir.

Bu yaşananların şaşırtıcı bir yanı yoktur; ABD’deki hukuk sistemi, tarihsel açıdan ve fiili olarak, Siyah halka karşı tatbik edilen kütlesel şiddet ve mahpusluktan başka bir şey ifade etmemektedir. ABD emperyalizmi, aynı şekilde, tüm dünya genelinde halklara ve uluslara karşı suç işleyen bir mekanizmadır.

Filistinliler olarak bizler, halkımızı hapse atan sömürgeci ve ırkçı mahkeme salonlarına, ırkçı bir devletin işlettiği o mekanizmaya aşinayız. Aynı devlet, “hukukîlik” kılıfı altında halkımıza karşı cinayetler, suçlar işlemekte, soykırım uygulamaktadır.

Filistin’deki işgalci rejim üzerinden gayet iyi bildiğimiz bu sistem, ABD’de yüzlerce yıldır var olan aynı sistemden ve yapıdan çok şey öğrenmiştir. ABD, işgalcinin en önemli müttefiki ve stratejik ortağıdır.

Biz ABD’deki devlet terörü mekanizmasının Siyahlara ve diğer mazlum topluluklara karşı polis eliyle nasıl tatbik edildiğini görüyoruz. Polis güçlerinin kütlesel militarizasyon ve askerî ekipman imkânlarıyla zulmü nasıl yoğunlaştırdıklarına ve sonrasında cezalardan nasıl muaf tutulduklarına tanığız. Ayrıca biz, işgalci devletin de saldırı amaçlı “güvenlik” taktikleri üzerine eğitim almak konusunda ABD güvenlik kurumlarıyla işbirliği yaptığını gayet iyi biliyoruz. Bu taktikler, önce Filistin’de sınanmakta, sonrasında da mazlum halklarla mücadele içerisindeki hareketlere karşı kullanılmak üzere, tüm dünyaya, özellikle ABD’ye ihraç edilmektedir.

FHKC, Mike Brown’un ailesine ve 12 yaşındaki Tamir Rice ile geçen hafta katledilen 28 yaşındaki Akai Gurley’nin aralarında bulunduğu, ABD’de polis eliyle canlarına kıyılan tüm Siyah şehidlere selâmlarını iletir. Biz, Ferguson ve tüm ABD genelinde sokaklara çıkan, adalet talep eden tüm insanların direnişinin safındayız. Biz, Siyah kurtuluş hareketinin ve onun uzun mücadelesinin safındayız. Tüm Filistinlileri, dostlarını ve destekçilerini bu gösterilere katılmaya ve bu kritik önemi haiz hareketlerle birlikte geliştirilecek karşılıklı mücadeleyi daha derin ve güçlü bağlara sahip kılmaya davet ediyoruz.

Bu noktada daha öncesinde kaleme aldığımız, Ferguson ve Siyahların kurtuluş hareketi ile ilgili bildirimizi yeniden teyit edip tekrar yayınlıyoruz. [FHKC’nin Ferguson Bildirisi]

FHKC

22 Kasım 2014

, ,

Ukraynalı Neonaziler ve Yahudi Lobisi


Son bilgilere göre, ABD’nin Ukrayna’daki Neonazilere ve diğer aşırı uçtaki gruplara yardım, eğitim ve silâh vermesini yasaklayan 2015 Ulusal Savunma Yetki Kanunu’ndaki (USYK) değişiklik, Cumhuriyetçilerin kontrolündeki Meclis Kuralları Komitesi’nce çıkartılan son yasa ile geçersizleştirildi. Demokrat Parti temsilcisi John Conyers’in önerdiği değişikliğin amacı, Ukrayna güçleri ile Rus ayrılıkçılar arasındaki şiddetli çatışmaların yatıştırılmasına katkı sunmaktı.

USA Today/Pew anket şirketinin USYK’nin tartışıldığı Nisan ayında yaptıkları ankette, Amerikalıların yarısından fazlasının Ukrayna hükümetine silâh ya da başka türden askerî yardım sağlanmasına karşı çıktığı tespit edilmişti.

Eğer değişiklik yürürlüğe girseydi, ABD Savunma Bakanlığı’ndan her türden desteği almak suretiyle, beyaz üstünlükçü, Neonazi ya da diğer benzeri sembollerin kullanılması aracılığıyla, “Nazizme veya onun işbirlikçilerine övgüler dizen ya da onları yüceltenler”in bu türden eylemleri net biçimde engellenmiş olacaktı.

Değişiklik önerisi, kongre personeli eliyle İftira ve Karalamayla Mücadele Derneği (ADL) ile Simon Wiesenthal Merkezi’ndeki lobicilere sunuldu. Bu iki kuruluş, ülkenin en büyük iki Yahudi baskı grubu. Görevlerini antisemitizm ve şiddete dayalı aşırıcılıkla mücadele olarak belirlemiş olmalarına rağmen ADL ve Wiesenthal Merkezi, Jeffries ve Conyers’in teklifine destek sunmayı reddetti.

Kongre’deki Demokrat Parti kaynaklarına göre, ADL’nin Washington Ofisi’ndeki ve Simon Wiesenthal Merkezi’ndeki personel değişikliğe, ırkçı aşırılıklarına ilişkin elde belgeler bulunan Svoboda gibi sağcı Ukrayna partilerinin “retoriklerini ılımlılaştırdıkları”nı söyleyerek karşı çıktı. ADL üzerinden lobi faaliyeti yürüten bir ismin sürekli üzerinde durduğu husus şuydu: “Esas olarak Rusya’ya odaklanmalıyız.” Öte yandan Wiesenthal Merkezi de, Ukrayna’daki aşırı sağcı politik liderlerin İsrail büyükelçisiyle buluşmalarını Svoboda ve Sağ Sektör gibi grupların aşırı yanlarını törpülediklerinin bir kanıtı olduğu üzerinde durdu.

ADL’nin Washington Ofisi ile Simon Wiesenthal Merkezi, bu konudaki yorumlarını öğrenmek için eposta ve telefon yoluyla gönderilen sayısız isteğe tek bir cevap vermedi.

Bu yılın başlarında ADL’deki görevinden ayrılan Ulusal Direktör Abraham Foxman, Svoboda’nın “antisemitizm tarihinden ve etnik milliyetçilik platformundan” bahsetti ve bu konuşmayı yaptığı basın konferansında Svoboda’nın Stepan Bandera’yı yüceltmeye artık bir son vermesini istedi. Bilindiği üzere Bandera, Ukrayna milliyetçiliğinin sembolü hâline gelmiş olan, II. Dünya Savaşı’nda faaliyet yürütmüş bir Nazi işbirlikçisi.

Bu Ekim ayında Bandera’nın Ukrayna İsyan Ordusu’nun itibarının iade edilmesi ile ilgili bir kanunu Ukrayna parlamentosu geçiremeyince, 8.000 civarında Svoboda destekçisi ve aşırıcı Sağ Sektör üyesi, Banderacı bayrakları ve Svoboda flamalarıyla, binaya yürüyüşe geçti ve ev yapımı silâhlarla polise saldırdı. Bu tepki, Bandera efsanesinin kısa bir zamanda ölmeyeceğini, Foxman’ın ihtarlarının sağır kulaklarda bir karşılık bulmadığını gösterdi.

Svoboda lideri Oleh Tiyanibuk, bir zamanlar ülkesinin “Moskovacı-Yahudi mafyası”ndan kurtarılması için çağrıda bulunmuş bir isimdi. 2010’da Nazi ölüm kampı muhafızı John Demcanyuk’un Sobibor Kampı’nda 30.000 civarında insanın ölümüne katkı sunmaktan ötürü mahkûm olması ardından Tiyanibuk Almanya’ya gitmiş, orada Demcanyuk’u, “hakikat için dövüşen bir kahraman” olduğunu söyleyerek, övmüştü.

Ancak Avro Meydanı Devrimi’nden beri Svoboda imajını iyileştirmek için çabalayıp durdu. Bunun için de İsrail’in Ukrayna Büyükelçisi Reuven Din El ile buluşuldu ve ortak ulusal değerlere işaret edildi. “Tiyanibuk bu görüşmede, “İsraillilerin de bizim vatansever duygularımıza saygı duymalarını istiyorum” diyor ve şunu ekliyordu: “Muhtemelen İsrail Knesset’indeki [Meclis] her iki parti de milliyetçi. Tanrı’nın yardımıyla bizim meclisimizde de böyle olacak.”

Avro Meydanı ayaklanmasının son safhalarında polisle çatışan radikal sağcı hareket Sağ Sektör, örgütün lideri Din El ile toplantı yaptığında ADL Ulusal Direktörü Foxman’dan epey takdir topladı. İsrail büyükelçisi ise şunu söyledi: “[Sağ Sektör lideri] Dmitri Yaroş’un ifadesiyle Sağ Sektör, tüm ırkçı unsurlara, özellikle antisemitizme, elindeki tüm meşru araçlarla karşı çıkacak.”

Bu ay içinde Ukrayna’da yapılan parlamento seçimlerinin sonuçları, aşırı milliyetçi sağın başarısız olduğunu gösterdi. Svoboda oyların yüzde altısını alırken, Yaroş’un Sağ Sektör’ü tek bir koltuk bile kazanamadı. Ortaya çıkan sonuç, Amerikan Yahudi Komitesi’ni memnun etti. Komite, “Ukrayna’daki Yahudiler seçim sonuçları üzerine cesaretlendiler, hatta ülkenin geleceği konusunda iyimser bir yaklaşım içerisine girdiler.” dedi.

Oysa geleneksel aşırı milliyetçi partilerin sıkıntılı durumu sağın güç kaybettiğinin bir kanıtı değil. Svoboda ve Sağ Sektör’ün ayaklanmanın ilk döneminde kontrol ettikleri protesto oylarını kaybetmelerinin nedeni, Cumhurbaşkanı Petro Poroşenko’nun Doğu’da savaş çıkartmaya dönük milliyetçi hayallere öncülük etmesiydi. Avrupa’daki radikal sağ konusunda uzman olan Anton Şekovtsof’a göre, “2012’de Svoboda neredeyse tek ‘vatansever’ parti kabul ediliyordu ama bugün tüm demokratik partiler vatansever, bu sebeple Svoboda vatanseverlik üzerindeki ‘tekel’ini yitirdi.”

Ulusal seçim kampanyası süresince, Ukrayna’nın başındaki parti olan Halk Cephesi’ne mensup Başbakan Arseniy Yatsenyuk, sağcı militanlarla epey içli dışlı oldu. Neonazi esinli Toplumsal Ulusal Parti’nin kurucularından, Meydan savunma komitelerinin eski lideri Andrei Parubiy de Halk Cephesi listesinden parlamentoda yer bulan aşırıcılardan.

Parubiy’nin yanı sıra, Halk Cephesi listesinde bir de, alenen Nazi savaş gücü olarak faaliyet yürüten Azak milisleri lideri Andriy Biletski var. Bu şahıs, Doğu Ukrayna’daki Rus ayrılıkçılara karşı yürütülen savaşın ön saflarında olmuş bir isim. Azak komutan vekili Vadim Troyan da parti seçim listesine dâhil edildi. Böylelikle parti, haki gömlekli faşistlerle tutucu neoliberalleri bir araya getirmiş oldu.

Svoboda’nın aksine bu isimler ılımlı pozu bile kesmiyorlar. “Bu kritik momentte milletimizin tarihsel misyonu, hayatta kalmak için verdikleri nihai savaşta, dünyadaki Beyaz Irklara öncülük etmektir.” Kısa süre önce Biletski bir yazısında şunları söylüyor: “İnsan olmayan, Sami ırkına mensup kavimlere karşı savaş verilmeli.”

Azak savaşçılarını birleştiren şey, Nazi Almanya’sına dönük nostalji ve açık faşizmi benimsemeleri. New York Times’tan Andrew Kramer’ın haberine göre, “askerlerinde swastika dövmeleri bulunan tabur, üzerinde swastikaya benzeyen bir Neonazi sembolü bulunan bayrak taşıyor.”

Hükümeti değişim içerisinde olan bu ülkede Azak Taburu, Doğu’daki boşluğu dolduruyor. Ukraynalı parlamenter Gregory Nemira’nın Eylül ayında muhabir Anna Nemtsova’ya söylediği biçimiyle, “Cumhurbaşkanı, silâhlı kuvvetler için hâlâ bir genelkurmay başkanı atamış değil. O, ülkenin bir savaş hâli içerisinde olduğunu kabul etmiyor ve Azak gibi taburları, devlet makamlarının düzenli birlik göndermeye cesaret edemediği en tehlikeli savaş alanlarına göndermeyi tercih ediyor.”

Azak, Conyers’in USYK değişikliği önerisinin ABD yardımlarından mahrum bırakması muhtemel bir tür Neonazi örgütü. Ama kongre üyesi, ADL ve Wiesenthal Merkezi’nden teklifin geçmesine dönük yardım istediği noktada, yediği fırçayla kaldı. Değişiklik önerisi sessizliğe gömüldü ve Azak’ın Amerikan ikmal hattı zerre zarar görmeden muhafaza edilmiş oldu.

Max Blumenthal
20 Kasım 2014
Kaynak

21 Kasım 2014

, ,

Ziad Rahbani Kültü

18-35 yaş arası insanlar için Ziad Rahbani, en şöhretli isimdir. Lübnanlı olmayan birçok insan, Ziad Rahbani kültünün kapsamının ve menzilinin farkında olmayabilir. Lübnan’da karşınıza ona ait sözleri ve şarkıları baştan sona alıntılayan gençlerin çıkması büyük bir olasılıktır. Bu insanlar, hayatları dâhilinde, her fırsatta ve her olayda Ziad’ın özlü sözlerine başvururlar. Ziad’ın aynı zamanda benim kuşağıma mensup insanlar için de büyük bir insan olduğu kesindir. Her şeyden önce o, Lübnan’da daha önce bilinmeyen hicivli komedi türünü (sonrasında eşi Mai Masri ile birlikte ünlü bir belgesel yönetmeni olan, yoldaşı Jean Çamun ile birlikte) ülkeye takdim etmiş olan kişidir.

İç savaşın ilk yılları süresince Çamun ve Rahbani, Lübnan’daki mevcut durumla ilgili günlük bir radyo programı yaparlar. Programda o dönemki politik gelişmelere dair zekice kurgulanmış, eğlenceli yorumlara yer verilir. O günlerde elektrik olmasa da, bu programdaki günlük skeçleri, etrafımızda patlayan bombaların sesine rağmen, büyük bir hevesle beklerdik.

Rahbani, küçüklüğünde, dahi çocuktur. Çok erken yaşlarda beste yapar (Feyruz için bestelediği ilk şarkı “Sa’aluni el-Nas”tır), ilk oyunu “Sahriye”yi ise 12 yaşında kaleme alır. Ebeveynleri yetenekli isimlerdir ama bu, yetenek için garanti değildir (örneğin Mansur ve İlyas’ın oğulları, yani kuzenleri, Ziad’ın yanına bile yaklaşamamışlardır.) Ama Ziad sadece müzisyen değildir: o, ayrıca erken yaşlardan beri politik faaliyetler içerisinde yer almış bir isimdir.

Ziad hakkında bir şeyler yazma fırsatını bana, Meyadin TV kanalında onunla yapılan, iki bölümden oluşan röportaj verdi. Röportajı, her zaman ciddi bir insan olan Gassan Ben Ceddo yaptı. Röportajı yapacak kişi konusunda ortaya konulan bu tercih epey eleştirildi. Ama röportaj, birçok izleyici tarafından açıklayıcı bulundu. Röportajın linki, tüm Arap internet âleminde epey yer buldu ve Facebook sayfalarında paylaşıldı. Politik, psikolojik nedenler ve sağlık sorunlarından dolayı basından uzak duran bu ismi izlemek, ona tutkun olan insanlar için önemli bir fırsattı.

Ziad’ın açıklamasına göre, politik bilinçlenme süreci Talel Zaatar’ın kuşatılması ve ardından (kampa yönelik saldırıyı müteakip) gerçekleşen katliam esnasında başlıyor. Falanj Partisi’nden önemli isimlerin ailesinin evinde Suriye istihbaratı şefiyle buluştuğunda o da oradaymış. Bu toplantıları gizlice kaydetmiş, hatta buradaki kayıtları Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’ne rapor etmiş (Lübnan’da birçok insan, Ziad’ın sonradan Lübnan Komünist Partisi’ne girmezden önce, ilk başlarda FHKC ve onun Lübnan’daki kardeş partisi Sosyalist Arap Eylem Partisi-Lübnan içinde politik faaliyet yürüttüğünü bilmez.) Katliamda İsrail ve Suriye’nin arasındaki işbirliği, Lübnan Ordusu ile muhtelif İsrail yanlısı Falanj milislerinin, Sedir Muhafızları’nın ve Ahrar milislerinin katliama dâhil olması Ziad’ın politik görüşlerinin oluşmasına katkı sunmuş. Ziad, uzun yıllar perde arkasında FHKC için çalışmış ve cephe için birçok şarkı bestelemiş (hatta şarkıların altına imza bile atmamış, tüm şarkılar gönüllülük esasına göre üretilmiş.).

Süreç içerisinde Ziad’ın kariyeri hızla sıçrama kaydetmiş, hatta Rahbani Kardeşler’in ulaştığı sınırı bile aşmıştır. Üretim faaliyeti zengin, özgün, parlak ama kesintilidir. Yıllarca sahnelerden uzak kalır ve sonra tekrar geri döner. İlk başta sadık Feyruz fanları, yeni müzik türü dâhilinde takdim edilen sesinden rahatsız olur ama söz ve müziği Ziad’a ait olup Feyruz tarafından söylenen şarkılar epey popüler olurlar. Kendisinden önce babası gibi o da Feyruz şarkılarında tekel konumundadır ki bu, hem Feyruz hem de fanları için kötü bir şey değildir.

Ziad, oldukça yaratıcı, özgün bir sanatçı ve hatiptir. Cümleleri kendine has bir biçimde yapılandırır. O, kitlelere ve onların tercihlerine hitap etmeyecek ölçüde cüretkâr bir isimdir. Mahmud Derviş gibi Ziad da kendi sanatsal kaygıları doğrultusunda yönlendirir dinleyicisini. Son röportajlarında Suriye, direniş ve Suudi Arabistan ile Katar hakkındaki eleştirilerini dillendirmek suretiyle birçok insanı şoke etmiştir. Suriye konusunda, Suriyeli muhalif lider Heyzam Menna’nın duruşunu desteklemektedir. Direniş bahsinde, ideolojisini desteklemese de Hizbullah’ın direniş modelini tüm kalbiyle kucaklamaktadır. Röportajında ifşa ettiği en önemli husus da Feyruz’un politik görüşlerinin kendi görüşlerine yakın olduğunu söylemesidir. Muhtemelen bu, 14 Mart Hareketi mensubu seyirciyi epey öfkelendirmiştir.

Esad Ebu Halil
10 Ekim 2012
Kaynak

Ben Kâfir Değilim

Ben kâfir değilim, açlık kâfir
Ben kâfir değilim hastalık kâfir
Ben kâfir değilim, sefalet kâfir
Zillet kâfir
Ben kâfir değilim lâkin ben n’apayım
Kâfirlerin tüm vasıfları bende toplanmışsa

Ah şu Pazar günü dua eden
Ah şu Cuma günü dua eden
Ve tüm hafta boyu beni çalıştıran
Diyor ki ‘ben dindarım
Sen kâfir’.
Sonra da semavî kitaplara
Allah’ın kelâmına başvuruyor

Ben kâfir değilim, açlık kâfir
Ben kâfir değilim hastalık kâfir
Ben kâfir değilim, sefalet kâfir
Zillet kâfir
Ben kâfir değilim lâkin ben n’apayım
Kâfirlerin tüm vasıfları bende toplanmışsa

Ben kâfir değilim, ülke kâfir
Gömülmüşüm evime
Göç edemiyorum
Yemeğin önündeyken
Sen benim ağzımın içindekini yiyorsun
İnanmıyorsam doğunun canavarına
Ve her karakolda bana bu söyleniyorsa
Ben değilim, sensin kâfir
Senin kadar kâfir olamam.
Ben kâfir değilim.
Söyledik kâfirin kim olduğunu.
Onlar da biliyor kâfir kimdir.
Sana dediğim gibi
Ben değilim kâfir.
Bana sensin yapıştıran bu yaftayı.
Oysa sensin kâfirlerin şahı.
Âmin deyin gayrı.

Söz-Müzik: Ziad Rahbani

18 Kasım 2014

,

Orta ve Doğu Avrupa'da Yeni Strateji


Orta ve Doğu Avrupa Kiev’in Nazi/Banderacı Rejimiyle Buluşuyor. Yeni Dünya Düzeni Oyunundaki Yeni Bir Aşama Olarak Meydan Stratejisi

Çek Cumhuriyeti, Slovakya ve Macaristan’da Meydan tarzı rejim değişiklikleri yolda. Batı, NATO’nun arka bahçesini politik açıdan güvence altına almak, buna uygun olarak, ileriye dönük adımlar atmak arzusunda.

Bu, görece daha verimli bir sağcı diktatörlüğe geçiş sürecini nihayete vardırmak ve “demokratikleşme” ile “liberalleşme” oyunu ile “post-komünist” dönemi kapamak anlamına geliyor.

Bir rejim ve tür olarak yeni faşist diktatörlük, Ukrayna’nın Nazi/Banderacı oligarşisine daha da yakınlaşacak. Bandera, bilindiği üzere, II. Dünya Savaşı’nda Sovyetler’e karşı mücadele etmiş, sağ milliyetçi lider.

Bu radikal rejim, aynı ölçüde radikal ve saldırgan biçimde Rus karşıtı. Dışarıda Rus karşıtlığı, içeride yeni faşizm, NATO ve ABD’nin Doğu’ya yönelik harekâtı için politik ve ideolojik bir zorunluluk.

Böylesi bir rejim değişikliği, aynı zamanda süregiden ekonomik buhranla ve toplumsal-politik krizle başa çıkabilmek için gerekli mekanizma olarak görülüyor. Söz konusu kriz, mevcut devlet makamlarının ve bu makamların meşruiyetinin krizini de içeriyor.

Başka bir deyişle, ABD, Çek Cumhuriyeti, Slovakya ve Macaristan’ı ABD güdümünde Ukrayna’da gerçekleşen Meydan olaylarına benzer, derinleşmiş bir iç politik krize sürüklüyor. (Polonya hükümetinin niteliği ve önemi düşünüldüğünde, bu sürecin Polonya’da devreye sokulmasına ihtiyaç duyulmuyor.)

Bu rejim değişikliğini uygularken Batı, tıpkı 1989’da yaptığı gibi, aynı zamanda herhangi bir gerçek ve sağlam seçenek sunmaksızın, sadece sahte tercihler sunuyor (buna sahte dostlar ve düşmanlar eşlik ediyor.).

Lahey’deki Emperyal Engizisyon’un Vojislav Seselj’i serbest bırakması Sırbistan’da da yeni bir Meydan benzeri krizin yaratılmaya çalışıldığının ifadesi. Seselj, Sırp Radikal Parti’nin lideri. Batı, ülkedeki vatan haini rejimi yıkıp burada Sırbistan Cumhuriyeti’nin Sırplarca yönetilmesi imkânını ortadan kaldırarak, Sırbistan ve Bosna’da askerî müdahaleye zemin hazırlamak amacıyla bir krize yol açmak istiyor.

Aşamalı Kadife Devrimi’nin önemli kahramanlarından biri olan Milos Zeman’ın çifte niteliği bu senaryoya tam anlamıyla uyuyor. Çek Cumhuriyeti cumhurbaşkanı Zeman’ın çifte karakteri, Yanukoviç’in karakterini anımsatıyor.

Vladimir Suchan

,

Kudüs'te Sinagoga Saldırı


18 Kasım Salı günü, ellerinde silâh ve baltalar bulunan iki Filistinli, Kudüs’teki bir sinagoga girerek dört İsrailliyi öldürdü. Son yıllarda şehirde gerçekleşen en ölümcül saldırılardan birini gerçekleştiren Filistinliler, vurularak katledildiler.

Saldırı, Filistinlilere yönelik saldırıların gerçekleştiği, şehrin doğusundaki Arap mahallelerinde bir aydır süren çatışma sürecinin ardından meydana geldi.

Ama bu saldırı en ciddi olanıydı. Şehrin batı yakasında bulunan ve aşırı ortodoks olan bir mahalledeki sinagogda İsrailliler sabah duası için toplanmışlardı.

Saldırıda ayrıca, aralarında iki polisin bulunduğu, altı kişi yaralandı. Polis sözcüsü Luba Samri’ye göre, saldırıyı gerçekleştirenler Doğu Kudüs’ten.

Gazze’de hâkim olan İslamcı grup Hamas, saldırıyı memnuniyetle karşıladı ve geçen hafta Doğu Kudüs’te, Filistinli bir otobüs şoförünün çalıştığı otobüste asılarak öldürülmesine cevap olarak gerçekleştirildiğini söyledi.

Polis, otobüs şoförü Yusuf Ramuni’nin ölümüyle ilgili cinayet delili bulamadığını, şahsın intihar ettiğini söylemişti.

Ama meslektaşları ve ailesi ise vücudunda darp edildiğine dair izler olduğunu, Yusuf’un katledildiğini söylediler.

Ayrıca otopsisine giren Filistinli bir patolog da Yusuf’a önce ilâç verildiğini, ardından da boğulduğunu söyleyerek intihar iddialarını reddetti.


Pazartesi günü cenazesine katılan binlerce insan, Yusuf’un intikamının alınmasını istediler.

Doğu Kudüs’teki Arap bölgesi, Temmuz’un başından beri çatışmalara sahne oluyor. Bu tarihte üç Yahudi gencin intikamını almak için Yahudi aşırıcılar 16 yaşındaki Filistinli bir genci katletmişlerdi.

Kudüs’teki saldırı saat sabah yediden hemen önce gerçekleşti. İsrailliler aşırı Ortodoks Har Nof mahallesinde sabah duası için toplanmışlardı.

Polis sözcüsüne göre, “dört kişi öldü, altı kişi yaralandı, bunların ikisi polis.”

Samri’nin dediğine göre, “Doğu Kudüslü olduğu anlaşılan iki terörist Har Nof’taki bir yeşivaya (Yahudi din okulu) girip ibadetlerini gerçekleştiren insanlara baltalar ve tabancayla saldırdı.”

“Olay yerine gelen iki polis, teröristlerle çatışmaya girdi ve onları öldürdü.”

Samri’nin dediği kadarıyla, saldırganlar Cebel Mukabir mahallesinde oturan iki kuzen.

Bir tanık, olay yerinde panik ve çok fazla kan olduğunu söyledi.

“Silâh seslerini duydum, insanların kanlar içerisinde dışarı fırlayıp ‘katliam var’ diye bağırdığını gördüm.”

Netanyahu: “Saldırı Abbas’ın ve Hamas’ın tahrikinin sonucu”

İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu, saldırının Filistin lideri Mahmud Abbas ve Hamas’ın “tahrik”i sonucu gerçekleştiğini söyledi.

“Bu saldırı, Hamas ve Ebu Mazen’in (Abbas) tahrikinin doğrudan bir sonucudur, uluslararası toplum sorumsuz bir üslupla bu gerçeği göz ardı etmektedir.”

Başbakan, ayrıca öğleden sonra güvenlik şefleriyle bir araya geleceğini söyledi.

Netanyahu, El-Aksa’daki gerilim sonrası Mahmud Abbas’ın halkı eyleme çağırarak, insanları ölümcül saldırılara geçmeleri konusunda teşvik etmekle suçladı.

Aylardır süren gerilim süreci Netanyahu, ABD Dışişleri Bakanı John Kerry ve Ürdün Kralı Abdullah arasında Amman’da gerçekleşen görüşmeler ardından dinmişti.

Kerry, sinagoga yönelik saldırıyı kınadı ve onu “saf bir terör eylemi ve duygusuz bir vahşet” olarak tanımladı. Ayrıca Filistin liderinin de olayı kınamasını istedi.

Gazze’de ise Hamas ve İslamî Cihad, saldırının otobüs şoförünün ölümünün ve El-Aksa’ya yönelik saldırıların bir sonucu olduğunu söyledi.

“Kudüs’teki operasyon, şehid Yusuf Ramuni’nin katledilmesine ve El-Aksa’da işgalci tarafından işlenen bir dizi suça yönelik bir cevap olarak gerçekleşmiştir.” Hamas sözcüsü Sami Ebu Zuhri, bildirisinde “bu operasyonların devam etmesi” çağrısında da bulundu.

“Hamas, bu tarz daha operasyonun gerçekleştirilmesi çağrısında bulunmaktadır.”

Kaleme aldığı ayrı bir bildiride İslamî Cihad da benzer yorumları paylaştı.

“İslamî Cihad, işgalcinin işlediği suçlara yönelik doğal bir tepki olan, Kudüs’teki operasyonu selamlar.”

AFP