31 Ağustos 2011

Müslüm Gürses


Babailiğin İsyankâr Şeyhi: Müslüm Gürses


Sırlı Tuğlalar’da yer alan bir öykümün konusu bu idi:

“Babailiğin iki kolundan biri Orhanilik, öteki Müslimiliktir ki, ikincisinin postnişini Müslüm baba bir gün, yoksulların parasını alıp zenginlerin bankalarına aktaran bir zalime rastgelince fena halde sinirlenerek, ‘yav’ dedi, ‘sen yılan mısın baykuş musun? Dokunduğunu zehirliyor, konduğun yeri yıkıyorsun?’ Zalim, Baba’nın sözlerine çok kızdı, ‘sen bu işe karışma moruk’ diyerek çekip gitti. O günün gecesi, adamın şirket binasında yangın çıktı, hisse senedi, dolar, euro, frank ne varsa yanıp kül oldu. Müslüm Baba, bir yakınının düğününden dönüyordu ki, Etiler’deki görkemli binanın yandığını görünce, ‘çek oraya’ dedi şoföre. Tefeci saçını başını yoluyor, ‘anlamıyorum nasıl olur, onca güvenliğe rağmen, bu ateş ocağıma nasıl düşer!’ diye dövünüyordu. ‘Yaklaş oğlum’ dedi şoföre Müslüm Baba. Camdan sarkarak, sızlanıp dövünen adama, ‘yoksulların ahından düşmüştür’ dedi ve uzaklaştı.”

Müslüm Baba, bize gene yapacağını yaptı ve “aşkın tesadüfleri sevdiğine” (favorim Sebahat Abla) ilişkin inançlarımızı gözden geçirmemize neden olmakla kalmadı, sesinin imkânlarının bu yaşta, bu yıpranmış gırtlakla dahi ne kadar geniş olduğunu gösterdi. Heidegger’in, bir Japon dostu Hisamatsu’nun katıldığı kollokyum sonrasında yapılan sohbette belirttiği üzere, “Sanat” için geleneksel dönemlerde başka bir kelime vardı; bu, Avrupalı anlamından etkilenmemiş, daha derin bir anlamı olan eski Japonca bir sözcüktü. Bu, “gei-do” idi: Sanatın yolu. “Do” Çince “Tao”dur, sadece yöntem olarak yol anlamına gelmez; hayatla, özümüzle derin ve içsel bir ilişki içinde bulunur. Yani sanat, hayatın kendisi için belirleyici bir önemi haizdi. Bu, inisiye edilmiş (olmuş mu demeliyim?) insanlardan oluşan geleneksel “toplum”larda böyleydi. İnisiyatik geleneğin izlerini taşıyan “kültür”lerde bunun kısmen sürdüğünü söylemek mümkündür.

Müslüm Baba’nın kişiliğini (kimliğini), icra tarzını, sözlerini, bu sözleri yorumlama biçimini anlayabilmek için, meseleye bu zaviyeden bakmak yerinde olabilir.

Geçtiğimiz günlerde bir televizyon programında, kendisine su getiren görevliye, “su gibi aziz ol” deyince, sunucu, “aziz ne demek baba?” diye sormuş, Müslüm Gürses de, “aziz... aziz... yani sevgiliden de üstün olan” diye cevap vermişti. “El-Aziz”, Allah’ın isimlerindendir ve “her şeyden üstün olan” anlamına gelir. Müslüm Gürses’te bu türden ihsasların yanı sıra inisiye olmuş insanlara özgü bir “edep ve erkân” hali gözlemek her zaman mümkündür.

Milyonlarca “hayran”ı bulunan, her konserinde izdiham yaşanan, plakları, kasetleri, cd'leri on milyonlarca satan, hakkında onlarca fan kulübü açılan biri olarak öncelikle mütevazı olması için belirli bir kemal yaşamış olması gerekir. Bu olgunluğu, sadece Müslüm ve Orhan Baba’lar gösterir. Onların meselesi, “derin”dir ve “ezelden ebed”edir. Müslüm Baba’nın iki “golden” şarkısından birisi, “Meselem”dir. Diğeri için bir kestirime ihtiyaç yoktur: Tartışmasız, “İsyankâr”dır.

Müslüm Gürses’in bizatihi kendisi bir isyandır. Varlığı ve gördüğü kabul, özel yaşamlarında klasik Türk musikisi dinleyip on yıllarca yerli müziği yasaklayanların zihniyetine bizatihi isyankârlıktır. Bu muazzam boşluğun içinden büyüyen dip dalgalarıyla gelmiştir. “Arabesk müziği” horlayanlar, bir yandan bu gayr-i meşru çocuğun tanınmak istemeyen ve muhtemel babalık/velayet davalarından, nafaka mecburiyetlerinden, en önemlisi bir yüzkarası niteliğinden korkanlardır; diğer yandan, “kendi” gei-do’larını keşiften mahrum olanlardır. Müslüm Gürses’lerin (Orhan Gencebay ve birkaç nitelikli yorumcu-bestecilerin) önümüze getirdiği müzikal birikim, gecekondulaşmayla, yirmi milyona vuran İstanbul’un yönetimini, giderek merkezi yönetimi üstlenmiş dindar/ köylü/ taşralı/ demokrat/ elit/ devrimci/ muhafazakâr yeni kadrolarla, AB ile müzakereleri yürüten bir dindar/muhafazakâr iktidarla, birinci ligde fırtınalar estiren bir Gençlerbirliği veya Eskişehirspor’la birlikte düşünülmelidir.[*]

Düşünülmesi unutulan bir başka “mesele”, Müslüm Gürses'in Frank Sinatra gibi nice icracıyı cebinden çıkaran olağanüstü yorum yeteneğine ve ses aralığına sahip oluşudur. Özellikle İsyankâr’da ve Aşk Tesadüfleri Sever’deki şarkılarında, Ortaçgil bestesinde, Teoman’ın şarkısında, Cohen’in pabucunu dama atmıştır Müslüm Gürses. Okuduğu sözlere ruhuyla yaklaşan, eleştirildiğinin aksine son derece sağlıklı bir kader inancına sahip olan (ki bunu Yeşilçam sinemasında da görürüz. Bizim geleneksel filmlerimizdeki ahlakçı tutum, kader anlayışı, edep-erkân, sıcak insan ilişkileri, kardeşlik ve dostluk temaları bugün gereksinim duyduğumuz şeylerdir.)

Gürses’i üç Türkiyeliden birinin sevmesi, sevenlerin “niteliksizliğiyle, banalliğiyle ve köylülüğüyle” açıklanabiliyorsa, bu ülkede meşru bir iktidara muhalefet etmenin biricik yolunun “askeri göreve çağırmak” oluşuna ve bunu eski Maocuların, sosyal demokrat ana muhalefet partisinin yapmasına şaşmamalı.

Ciğerinden yükselen havanın yüreğindeki bütün damarları dolaştıktan sonra gırtlağına çarparak buğulu ve ıstıraplı bir edayla çıktığı bu büyük şarkıcı, “talih bizi yazmış kara deftere/gideceğiz bir gün o meçhul yere/rastladın mı hiç geri gelene/sen de boyun eğersin bir gün ecele” derken, “her nefis ölümü tadıcıdır” gerçeğini ama sadece sözle değil, adeta bir “gei-do” üzerinde yürüyormuşçasına anlatır ki, bunu hiçbir klasik batı, rock, pop müzikçisi yapamaz. Bunu biraz Bob Dylan yapar, biraz Cohen. Bizde Divriği-Çamşıhı türküleri böyledir, barak ağıtları, Türkmen/Dadaloğlu bozlakları, Arguvan havaları ve Yemen üzerine yakılmış ağıtlar... Müslüm Gürses bu alanda da yetkindir ve “fincanın etrafı yeşil”i, “bu dağlarda kar olsaydım”ı, “bir şuh-ı sitemkar yine saldı beni derde”yi ve “Meyrik"i onun gibi kimse söyleyemez.

Müslüm Gürses'in bize söylediği en değerli şey, “Garipler” şarkısında ifadesini bulan ve Babaileri, Şeyh Bedreddin’i hatırlatan, mazlumların, mağdurların, haksızlığa dûçar olmuşların sesi olan, “Hor görülenlerin Tanrım, isyanıdır bu / Sevip sevilmeyenlerin isyanıdır bu / Düzensiz dünyanın günahıdır bu / Yakarsa dünyayı garipler yakar” haykırışıdır.

Meselesi, “alın yazısı” olan bir Babaidir Müslüm Gürses. Şeyh Bedreddin, Ekberi irfanının güzide bir bilgesi idi. Onu da Molla Lütfi gibi Bizans entrikaları boğdu. Nazım Hikmet ve diğerleri kendi görmek istedikleri Bedreddin’i yazdılar. Hiç kimse, O’nun Bayezid-i Bistami’den, İbn Arabi’den aldığı feyiz ve tasarrufun mahsulü Varidat’ına bakmayı, hele hele inisiyatik sözlüğün içinden okumayı düşünmedi, düşünemedi. Bu, düşünmekle olacak bir şey de değildi gerçi. Varidat’ındaki Şeyh Bedreddin’le, iktidarı köktenci biçimde dışlayan Bedreddin aynı kişilerdi. Sufilerin dünya ile ve dünyanın hükümranlarıyla araları hiç hoş olmamıştır.

Tarihi kronolojik dedikodular biçiminde okuyan kimi araştırmacılar, metinleri kendi menkıbesi olan bu bilgeleri doğru yorumlamakta acziyet içindedirler. Onlardan kalan “metin”ler, bizatihi kendi menkıbeleridir. Onlar, “kendi derdim söylerem/gayri hikayet etmezem” diyen şair gibi, kendi seyr-i süluklarını, ruhi seyahatlerini anlatmışlardır.

Müslüm Gürses de böyledir ve bu yönüyle de inisiyatik bir koku tüter. İsyankar, âlemin “hayal” oluşuyla başlar: “bir bir kapandı ümit kapısı/ içimde vardır benim gönül yarası/ gözyaşlarımın yoktur faydası/ yaşadığımız âlem hayal dünyası”

Neşet Ertaş’ı dinleyenler, “nasıl bir derttir bu böyle!” demekten kendini alamaz. Aşk söyletir, dert ağlatırmış. Öyledir, gönül yarası olmayandan hayır gelmez. Bir belgesel çekimlerinde Pazar’ın bir dağ köyünde, doksanına yaklaşan bir nine, ekipteki arkadaşlara birer birer sormuştu : “Evli misun?” Birisi, “değilim” dedi. “Sevdan var midur?” diye sordu. “Yok” dedi arkadaş. “Uyy sevdasız adam mi olur?” diye ünledi. Merhum Fethi Gemuhluoğlu da, Türk Petrol Vakfı’na burs için başvuran gençlere, “âşık olup olmadığını” sorardı. Bir gönül yarası olmayana burs vermezdi. Bu toprağın çocuklarının gönlündeki yaradır onları anlamlandıran. Müslüm Gürses, bu yaraya dokunmaktadır, böylesi bir yaradan seslenmektedir.

Baba İshak’la arasında kuşkusuz pek çok fark vardır, lâkin dünyanın bir köprü oluşuna, oraya yerleşilemeyeceğine, dolayısıyla, bu geçici âlemde iktidar için insanların vicdanlarını kirletmelerinin asli doğalarına ihanet anlamına geleceğine, sevdasız insanın beş para etmeyeceğine ilişkin inançları bakımından benzeşirler.

Müslüm Baba da, tıpkı Geyikli Baba gibi, Duğlu Baba gibi, İlyas Baba gibi, Üsküdari Horoz Baba gibi, “Tanrı istemezse yaprak düşmezmiş” inancındadırlar. Sözü yol arkadaşı Muhterem Nur’a bırakıyorum: “Müslüm’den önce, Müslüm’den sonra. Allah bana ‘sonradan gül’ demiş. O benim için bir piyango gibi.”

Sadık Yalsızuçanlar
31 Ağustos 2011
Kaynak

[*] İştirakî’nin Notu: Sadık Yalsızuçanlar, genelde tasavvufun, özelde Nursîliğin ak bulutundan inip politik gerçeğe ayak bastığında, tufanı görüp hemen o AK gemisine biniveriyor. Bugüne dek “dindar, köylü, taşralı, demokrat, elit, devrimci ve muhafazakâr” oluşun kaymağını yiyenlerden birer çiftin bindiğini, geride kalanların zulme ve sömürüye terk edildiğini, bu gemide dümenin neoliberalizmin elinde olduğunu, rotanın “Müslüman âlem içre batı ajanlığına” kilitlendiğini “görmüyor”.

Faşizm ulus-devletlerin liberalizmi ise, neoliberalizmi de ulusötesi şirketlerin faşizmi olarak anlamak gerekiyor. Sadık Hoca, devlete karşı şirketlerin amelindeki demokrasiyi, hürriyeti ve hukuku seviyor. Esasta şirketlerin hür ve pervasızca (hürriyet) hüküm sürdüğü, çeşitlilik arz eden (demokrasi), piyasanın hukukundan bahsediliyor. Mazlum ve sömürülen kitlelerden bir kesim, zalim ve sömüren olmak isteyenler, belli bir kesitte, bu demokrasiye, hürriyete ve hukuka ikna ediliyorlar. Eskiden bu ikna yöntemini zorla işleten faşizmin gölgesindeki Müslümcüler, bugün liberalizm ağacının gölgesine çağırılıyorlar, aynı amaçla kullanılmak üzere.

Sadık Hoca yazısında, son şike kovuşturması içinde adı geçen iki kulüpten dem vurarak, iktisadî ve politik açıdan kendilerinin efendilerin süper ligine adam yollamayı başardıklarını ima ediyor. “O localarda oturmak bizim de hakkımız” diyerek, fukara Müslümcüleri kandırmak istiyor.

Özcesi hoca, Müslüm’e Etiler’deki barlarda şarkı söylettirenlerin izinden gidiyor. Laila’ya karşı “La ilahe illallah” diyen teknik direktör Bülent Uygun’un şike parası ile Sivas’ta cami yaptırmasını olumluyor. O caminin hâlâ Allah’ın evi olduğunu fukara Müslüman’a yutturmak istiyor. Müslüm, iktidarın pekiştiği momentte, “iktidar için mücadele etmeyin” fetvasına âlet ediliyor. Oysa, yazarın da andığı şarkısında, “Yakarsa dünyayı garipler yakar” diyen Müslüm, en çok bugün Londra’yı, Madrid’i, Berlin’i ve Atina’yı yakan gençlerin safına yakışıyor, “AB müzakereleri yürüten dindar/muhafazakâr iktidar”a değil.

05 Ağustos 2011

Vicdanın İsyanı

1.

Vicdanı “alt-akıl” olarak tanımlamak mümkün mü?

Alttakilerin bir nevi aklî tepkisi biçiminde kavrandığında, mümkün. Ama bu bağlamda, aklın da “üst-vicdan” olarak tanımlanabiliyor olması gerekmez mi?

2.

Mahzuni, 17 Mayıs 2002’de Hakka yürüdü. 

Berçenekli hemşerilerinin iddiasına göre, aslında köyüne gömülmeyi vasiyet etmiş, kimi ellerin müdahalesi ile eşi, na’şın Hacı Bektaş’a gömülmesini kararlaştırmış. Bu ellerin yüklü miktarda Amerikan doları transferinde bulunduğu da söyleniyor. 

Bu iddia doğru ise, İlhan Selçuk’un na’şının aynı yere gömülmesi manidar hâle geliyor.

3.

Şah’ın İran’ında ve başka yerlerde kutsal mekânlar iktidarı konsolide eden, besleyen güç odakları olarak örgütlenebiliyorlar. Bilindiği üzere, mollalar, Meşhed’in kutsiyetine karşı Kum kentini muhalif bir ocak olarak yeniden kuruyorlar.

4.

Jeopolitika, devletin nüfus ve iskân siyasetiyle ilgili. Biyopolitika, “devletin sağlığı savaştır” diyor; ekonomi-politika ise para-pula, mala-mülke dair her daim.

5.

Geçen yüzyılın başlarında Rus Kürdologların çizdikleri haritanın batı hattında Kızılbaş-Alevî Kürdlerin konuşlandığı görülüyor. Bu zorunlu göçlerin, devletin nüfus ve iskân siyasetinin doğal bir sonucu.

Latin Amerika’nın “küçük savaşlar”ı Latin Avrupa’da “küçük kılıç” sahipleri eliyle teorize edilip, bizim gayrinizamî harp uzmanlarının masasına sunulduğu vakit takvim yapraklarından 12 Eylül, dünyadan onlarca can dökülüyor. Bu masadaki analizlerde Samsun-Hatay arasında çizilen çizginin doğusu “tehlikeli ve tehditkâr” bulunuyor. Bu çizginin orta yeri, Sivas, doğal bir üs, bir kamal, olarak yeniden kuruluyor. 2 Temmuz 1993’ün sebeplerini biraz da burada aramak gerekiyor.

6.

Osmanlı’da ekalliyet, güç açısından, şu şekilde sıralanıyor: Ermeniler, Rumlar ve Yahudiler. İttihat-Terakki’nin 1908’i, beynelmilel tüm Yahudi kaynaklarında “Judaik bir devrim” olarak nitelendiriliyor. Yahudi’yi sembolize eden yılan, Avrupa’dan çıkıp İstanbul’u, 1917 Şubat Devrimi ile Moskova’yı aşarak Kenan ellerine uzanıyor. Aynı Yahudiler, Doğu’da Ermenilere, Batı’da Greklere karşı verdikleri mücadelelerde Türkî dostlarına bir tür kutsiyet ve bir tür kavmiyet öğretiyorlar. Bu kutsiyet ve kavmiyetin judaize nitelikler arz etmesi kaçınılmaz. 1923, bunların mahsulü.

7.

1920’lere kadar Sivas, ağırlıklı olarak bir Ermeni şehri. Bu kitleye Alevîler eşlik ediyor. Katliamlar, ilgili kavmiyete ve kutsiyete ikna edilmiş Türkler eliyle gerçekleşiyor. Mülk el değişiyor. Aynı şekilde bir simitçi yüzünden başlayan kavga bahane edilerek şehir alevlendiriliyor ve 1967’deki futbol faciası ile Sivas merkezdeki Kayserili esnaf tasfiye ediliyor.

Jeopolitik fay hattındaki Sivas ve benzeri şehirler, kendilerine kerhen ve emaneten teslim edilen mülkü muhafaza eden bir milliyetçilik ve Müslümanlık tarifi yapıyorlar. Son dönemde ülkedeki üç ana siyasetin -milliyetçiliğin, İslamcılığın ve cehepeciliğin- bu şehirde bölünme yaşaması manidar.

8.

Sivas Katliamı’ndaki “simitçi”, Aziz Nesin. Gayrinizamî harp üstatları, şehrin dağlarına çıkan küçük savaşçıları büyük bir yangında boğmak için oteli ateşe veriyorlar.

Ve her dönemde ihtiyaca binaen yeniden tarif edilen Alevîliğin, bu sefer Kürd ve devrimci düşmanı olarak formüle edilmesi için gerekli zemin tertip edilmiş oluyor. O, “profan bir iktidar dini” olarak anlam bulacağı bir yere hapsediliyor. Bu noktada Pir Sultan, yerini Hızır Paşa’ya bırakıyor. 2 Temmuz’lar sadece ailelerin ve yakınların acısına hapsediliyor, başka kimsenin bu derde ortak olmasına izin verilmiyor, Alevîliği ticarîleştirenler böyle buyuruyorlar zira.

9.

Kur’an’da, Vâkıa suresinde ve başka yerlerde “Ashabı Meymene” tabiri geçiyor. “Bereket ve uğur sahipleri” anlamındaki bu tabir, Türkçe Kur’an meallerinde “sağdakiler” ya da “sağcılar” olarak çevriliyor. “Ashabı Meşeme” de “solcular” oluyor. Beti bereketi kaçırdığı, uğursuzluğun temsili olduğu için katlediliyor solcular biraz da. Oysa Meşeme, “Ma ağna anni maliyeh” (Hakka:28) diyerek mal sahipliğinin kıymetsizliğini göremeyene ve yoksulla ilgilenmeyene işaret ediyor. Meymenetsiz olan, aslında her devirde devlet ve devletin mâlikleri oluyor.

10.

Dücane Cündioğlu, bir itiraz olarak, şu cümleyi sarfediyor: “Camilerin yerini AVM’ler aldı.” Gazeteler yazıyor: “Konya’da helâl AVM açıldı.”

Zihin kontrolü ile ilgili araştırma yapan isimler, bugün bu tür araçların en fazla AVM’lerde kullanıldığını söylüyorlar. İnsanlar çıkmak istemiyorlar, huzurla, tüketimin verdiği güce biat ediyorlar. Tüketim tanrısı, kulaklara “tüketin, daha fazla tüketin” diye fısıldıyor sürekli.

11.

“Huzur İslam’da” denildi yıllarca ama şu aksi soru sorulmadı: “Bugün İslam kimlerin huzurunda?”

Bu sözü propaganda sakızı olarak çiğneyenin “Sizleri rahatsız etmeye geldim” diyen Şeriati’yi silmesi kesin değil mi?

Huzur, vicdanı susturmak, değil mi?

12.

Kürd’ü var olana teslim almak, AVM’ler cumhuriyetinin bir reyonu kılmak isteyenler, “bu paşalar çok yedi, biraz da bizim polisimiz semirsin, bu savaş rantından” diyorlar. Rantı okuyup üfleyecek imamları, vaizleri var nasılsa. Devletin bekası için bu savaş borazanları hiç susmamalı. Canlılığın siyaseti bunu emrediyor zira.

Zalim, bıçağı saplıyor, bıçaklanan mazlum feryat ediyor, bu sefer zalim “niye feryat ediyorsun” deyip bir kez daha saplıyor bıçağı. Her darbede vicdanın damarları kesiliyor, kürd kanıyor bu turab. (innehu la yuflihuz zalimûn, En’am:135)

13.

“Anadolu’da halkımız iki şey yere düştüğünde alır, öper ve yukarıya koyar. Bunlardan bir tanesi ekmektir, diğeri de Kur’an-ı Kerim’dir.”

Casper işçilerini ziyaretinde İhsan Eliaçık söylüyor bunları.

Yeminimiz de böyle değil mi? “Ekmek Mushaf çarpsın ki…”

Ama Kur’an’ın nazil, Muhammed’in gazi olduğu topraklarda bereketsiz, uğursuz kabul edilenleri arşa yükselten, yücelten Allah, para ve meta tanrısına doğru kapatılınca, din-iman, hayatın tüm kılcal damarlarından çekilince, o fukarayı, mazlumu bereketsiz-uğursuz gören kafa “mutlak akıl” olup tekrardan şirki-cahiliyeyi İslamî kisveye büründürmedi mi? Burada ekmeği bahşettiklerini zannedenler, ekmeğe köle ettikleri insanların ellerine silâh verip kendi mülklerini korumayı bilmediler mi? O ekmek ve o Mushaf’la paralı askerler yapılmadı mı cemaat-ı müslimin?

Yani İhsan Hocam, “Anadolu bilgeliği” Mushaf’ı ve ekmeği baş tacı etti ama o baş, kalbi inkâr ettikçe, furkanı, farkları silip ol Mushaf’ın ve ekmeğin zalimlerin, müstekbirlerin iktidarını beslediğini göremedi.

Yani İhsan Hocam, teslimiyetle değil, hesap-kitap ile oruç tutuldu, namaz kılındı, hacca gidildi, çünkü mantık, “kaz gelecek yerden tavuğu esirgememeyi” emrediyordu. Şifa, bereket, huzur ve muktedirlik için örgütlenmiş bir Ekmek ve Mushaf vardı elimizde. Güç için, güç içre bir araçtan ibaretti din. Böyle bir ekmek, böyle bir Mushaf, mevcut üretim ilişkilerini ab-ı dest ile paklamak zorundaydı.

Yani İhsan Hocam, ateş bildi bir insan bilemedi, değil mi?

14.

Vicdan, mızrak uçlarına takılan Mushaf sayfalarına ve midenin (“bahşedilen” ekmeğin) hükmüne teslim olmuş beyne karşı meydan okumadır.

O, açlığı, mazlumiyeti ve mahrumiyeti silâhlandırmaktır.

15.

Boğaz Köprüsü’nün hizmete açılış tarihi, 29 Ekim 1973. Cumhuriyetin ellinci yıldönümünü ihtişamlı kılmak için böylesi bir tarih seçilmiş.

Alman ve İngiliz şirketlerine yaptırılan köprünün paralı oluşuna dair gerekçe, yıllarca “köprü giderlerinin karşılanması” idi. Halka onca zaman bu yalan söylendi. Aradan kırk yıl geçti, köprü hâlâ paralı. Kaç milyar Dolar harcanmış ki bu kadar uzun sürüyor maliyetin karşılanması?

Bugün yeni zenginler doğanın yağmalanması sürecinin ürünleri. “Allah’ın suyunu kimse satamaz” diyen bir öğretmen öldürülüyor ve Anadolu Müslümanlığı, seviniyor, ölen solcu diye.

Ücretlerinin nasıl azaldığını, köprünün, yolların vs. neden hâlâ paralı olduğunu, altyapı yeterli olmasına rağmen meselâ elektriğin neden ücretsiz olmadığını sormuyor o ekmek, o Mushaf. Öpülmüş, kendilerine bahşedenlere teslim edilmiş çünkü. O baştakiler, zaten sömürü ve zulmün bekçileri. O başların ihtişamlı hedefi 2023. Bakalım o ihtişam için ne kadar kan dökülecek ekmeğin ve Mushaf’ın üzerine…

16.

İnsan, mülk sahipliğiyle kendisini, kendine yeterli, sınırlardan muaf, hür ve kudretli zannederek şımarır, azar.” (Alâk:6-7)

Mutlak aklın “tamamsın” deyip kandırdığı noktada eksikliği fısıldayan ince bir sızıdır vicdan.

Akıl, dıştaki hakikatin sesine ortak olmaksa, vicdan içteki hakikatin sesine teslim olmaktır.

17.

Sonunda bu da oldu: Nihat Hatipoğlu, kendisi gibi Peygamber’i de TV yıldızı yaptı! Alternatif Fettullah, bugün yaşasa, Peygamber’in de TV’de program yapacağını söyledi. Tüm mallarını infak eden Ebubekir TV patronu, Ömer, koruma müdürü, Ali alternatif Acun Ilıcalı, Osman da Rasim Ozan olurdu herhâlde. “Köyün delisi” niyetine, arada bir İhsan Hoca’yı çıkartırlardı, Ebuzer yerine.

Şakası bile kötü!

Bu, müşrike, küffara karşı verilen mücadelenin bittiğini söylemek, bugünün müşriklerini ve küffarını korumak, kendilerinin şirke ve küfre köle olduklarını gizlemek demek oysa.

18.

(…) Alta inmemiş akıl, vicdansızlaşır. Bastırılıp üste çıkamayan vicdan ise akılsızlaşır. Her altüst oluş sonrası, kuruluşu, sürekliliği, bekayı, hayatı, bereketi, bolluğu işaret edenler, zamanla alttakilerin alt aklı olan vicdanı kendinden menkul, salt akıl olarak mutlaklaştırıp üste çıkartırlar. Ama üste, yukarıya çıkmış bu akıl “üst-vicdan” değildir, eski muktedirlerin süregiden saf aklıdır sadece.

Aydınlanma ile Kilise’nin otoritesi, iktidarı ve aklı burjuvazinin eline geçmiştir. Kilise yerine okul, engizisyon yerine mahkeme, şövalye yerine ordu, toprak yerine makine geçer. Bu akıl, “her mahallede bir milyoner var ama bu milyonerliğin ardı arkasında, önünde bıraktığı ölüler ne olacak?” diye sormaz, sorsa bile kurdukları şehirlerin dış yüzlerine nisyan mezarları inşa ederler. Her zenginliğin bedeli olan ölümler, bir süre yüceltilip övülerek, unutulmak istenir zira.

Biraz daha fazla para kazanan, eşini aldatmayı düşünmek zorundadır. Komşusunu, akrabasını, hemşerisini, ecdadını el kılmak durumundadır.

Cinsellik, esasta verimsiz, bereketsiz ve semeresizse günahtır. Verim, bereket ve semere, mal sahiplerinin mülkî iradeleri ile tarif edilince, bu günah ortadan kalkacaktır. Zira dördüncü eşe harcanacak olan para hatırlatır, İslam’ın dört eş “emrettiğini”.

“Malın kanı” olarak para, damarda durmaz. O başörtülü kadını lükse alıştırır. Kendisine ve karşısındakine olan saygısından ötürü para verirken arkasına dönüp cüzdanını çıkartan Anadolu müslümanı, bugün içi kredi kartları ile dolu “yürüyen cüzdan” olmak zorundadır. AKP, temelde kapitalizmin giremediği yerlerin piyasaya dâhil edilmesidir. Halk tabiriyle, vicdan cüzdana teslim olmuştur artık.

19.

Devrimler depremler gibidir. Benzetme tutarlı ise şu söylenebilir: Devrimcilik öncü, devrim’cilik artçı depremdir. Geçmiş devrimin hatırda tutulmasının bir ömrü vardır ve bu kısadır. Mesele, geleceğin devrimini bugünden örmektir. Devrimcinin o devrimin bugündeki muştusu, habercisi, müjdecisi olması gerekir.

20.

İsyanlar, devrimlerin ruhudur. Bugün gerekli olan elbette ekmeğin ve Mushaf’ın vicdanın isyanına yoldaş olmasıdır. Ama ekmek ve Mushaf da devrimin tevhidine ve tefrikine tabidir.

Eren Balkır
5 Ağustos 2011